17 Ekim 2015 Cumartesi



Hazırlayan: Faruk Şüyün
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, 2013



Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2013


'Amacım uygarlık kavgasına katkı sağlamak'
Hürriyet, Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN1 Kasım 2013


'Şaşırtıcı bir sürpriz oldu'

32’nci Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Prof. Taner Timur'un yaşamı ve çalışmaları hakkında yazılı kaynak hiç yok. Faruk Şüyun, fuara özel hazırladığı ‘Bugünden Geçmişe, Geçmişten Geleceğe/ Taner Timur’ başlıklı nehir söyleşi kitabıyla mühim bir boşluğu dolduruyor. İşte Taner Timur’u daha iyi tanımaya yardımcı olacak kitaptan özel bir seçki...


ONUR YAZARLIĞI ŞAŞIRTICI BİR SÜRPRİZ

Onur Yazarlığı’nı bekliyor muydunuz, sorusuna şöyle yanıt veriyor Taner Timur: “Aslında beklemiyordum, hiç beklemiyordum hattâ. Şunun için: Bildiğim kadarıyla daha çok sanat, edebiyat ağırlıklı seçimler yapılıyordu. Kimileri de benden daha tanınmış, popüler olan isimlerdi... Ama tabii güzel bir sürpriz oldu, onur verici bir sürpriz oldu.”

BABAM HAFIZDI AMA SONRA DİNDEN UZAKLAŞTI

 
Sivas’ta, 1935 yılı Ekim ayının 7’sinde dünyaya gelmişim. Adımı dayım koymuş, tanyeri ağarırken doğduğum için “Taner olsun!” demiş... Kendisi o tarihlerde genç bir deniz subayıydı(...) Babam aslında Diyarbakırlı, fakat genç yaşlarda oradan kopmuş. Bunları öğrenebileceğim yıllarda hep yatılı okullarda okuduğum için bu konuları çok konuşmak fırsatı olmadı. Zaten sormazdım da, o da anlatmazdı. Fakat şu kadarını hatırlıyorum: Babam, hayatı hep okumakla geçmiş bir adamdı. Hayalimde penvere kenarındaki yerinde oturmuş, devamlı okuyan bir adam olarak canlanıyor hep... Yüksek tahsili yok, okuyamamış, çok dindar bir çevreden geliyor. Hattâ onu çok genç yaşlarda hâfız yapmışlar. Keran’ı ezberletmişler... Fakat anlamadığı bir metni ezberlemek kendisini tatmin etmemiş, hattâ bu tarz bir din anlayışından uzaklaşmış, öğretmen olmuş.

ANNE TARAFIM AÇIK FİKİRLİ İNSANLAR


Annem İffet (Ögel) aslında Elazığlı’ymış, ama çocukluğundan itibaren yaşadığı ortam İstanbul. Erenköy Kız Lisesi’nde okumuş. Bir rastlantı çok erken öldüğü için ondan duyamadığım bir şeyi öğretti bana: Yıllar sonra devrim tarihiyle ilgili çalışmalar yaparken devletin bastığı resmi devrim tarihi kitaplarından birinde annemin resmini gördüm. Hani harf devriminden sonra Latin alfabesini öğretmek için Millet Mektepleri kurulmuştu, onunla ilgili bir fotoğraf. O da o okullarda öğretmenlik yapmış, resimde elinde tebeşir ders anlatıyordu. Anneannem, annem, dayım (Ögel’ler) son derece açık fikirli insanlardı.

NİÇİN SİYASAL?
 

İki nedenle: Birincisi Ankara Siyasal o sırada en gözde fakültelerden biri idi. Ben de üniversitede kariyer yapmak arzusu doğmuştu. Edebiyat veya felsefe eğitimi almak aklımdan geçmiyor değildi, fakat o fakültelerde asistan olamazsanız öğretmen oluyordunuz, açıkçası ben, babam gibi öğretmen olup taşra şehirlerinde dolaşmak istemiyordum. Siyasal ise toplumbilimleri öğreten bir kurum olarak tecessüslerime yanıt veriyordu. Üstelik -ikinci neden- burs alarak babama yük olmama şansım da vardı. Bu yüzden lise son sınıfta matematiğim çok iyi olduğu halde edebiyat bölümüne girmiştim.

‘TANER, BOŞUNA ZAHMET ETME’


Ben 1958’de fakülteyi bitirdim. Asistan olmak istiyorum. Aslında uluslararası ilişkiler bölümünde (o zaman adı ‘Siyasi Şube’ idi) okumuştum ve bizim bölümden çıkanlar Dışişleri Bakanlığı sınavlarına giriyor, genellikle de kazanıyor, hariciyeci oluyorlardı, fakat benim o taraflarda bezim yoktu. Oysa görünürde bir asistanlık sınavı da yoktu. O zamanlar asistanlık için şöyle bir kanı vardı: daha öğrenciliğinde temayüz etmiş öğrenciler, ilgi duydukları bilim dalının hocasıyla anlaşırlardı ve bu durumda sınav da bir formalite haline gelirdi (...) sınıf arkadaşım olan rakibim, hocayla anlaşmıştı, hattâ bana da “Taner, boşuna zahmet etme!” gibilerinden sözler söylemekte sakınca görmüyordu. Neyse ki zahmet edip sınava girmişim! (...) sonunda sınavı kazanamadım, ama ‘kendimi göstermeyi’ başarmıştım. Jüride tartışmalar olmuş, sonunda beni başka bir kürsüye tavsiye etmeye karar vermişlerdi. Bu çok önemli bir sonuçtu. En sevdiğimiz hocalardan Bahri Savcı da bizim kürsüye alalım demiş, neyse ‘taktiğim’ başarıya ulaşmıştı, kısa süre sonra yeni bir sınav açıldı ve ben 1959 başlarında Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim kadrosuna anayasa asistanı olarak katıldım.

ANAYASA HUKUKUNDAN TARİHE


O günlerde (1960’ların başı), tam da bu günlerde olduğu gibi bir anayasa fetişizmi içindeydik, yeni yapılacak bir anayasaya sokulacak birkaç maddeyle her türlü sorunun çözüleceği sanılıyordu. Bu fetişizmden kurtulmaya çalışan genç bir araştırıcı olarak tam da aradığımı bulmuştum. Prof. Lambert, Marksist bir düşünür değildi, fakat analizleri tarihi maddeci açıklamalara paraleldi. Bu tabii çok sonraları yaptığım bir değerlendirme, yoksa Yön Dergisi’nde Lambert’in Latin Amerika’yla ilgili analizlerini tanıtan yazıyı yazarken bunun pek farkında değildim. Yön Dergisi ülkeyi devrime doğru yönlendirmeye çalışırken beni de anayasa hukukundan siyaset bilimi, sosyoloji ve tarihe doğru yönlendirdi.

BABAMIN RÜYALAR ÜLKESİ’NE YOLCULUK
 

Hayatımdaki asıl önemli gelişme Rockefeller Vakfı’ndan bir burs temin ederek 1962’de Fransa’ya gitmem oldu. O sırada bu Vakıf Türkiye’de genç araştırıcılara burslar veriyordu. Benden önce de Mehmet Selik, Mete Tunçay gibi arkadaşlarım aynı burstan yararlanmıştı. ABD’ye gitmek diye bir zorunluluk da yoktu (...) Babamın hayalindeki “rüyalar ülkesi”ne bir burs kazanmıştım, az sonra da yol hazırlıklarına başladım (...) Quartier Latin denilen ünlü akademi mahallesinde bulunan merkezi binadaki doktora kurlarına serbest dinleyici olarak kaydımı yaptırdım. Kendi seçtiğim kurları takip edecektim. Bu arada Sorbonne’un lisans programında da ünlü bazı profesörlerin kurlarını izlemeye başladım. Doktora kurlarında Prof. Duverger’nin, sosyoloji lisansında ise Raymond Aron’un kurları en muntazam izlediğim kurlar oldu.

ADIM ‘DEVRİM TARİHİ HOCASI’NA ÇIKTI


Ben de askere giderken tezimi tamamlamış ve teslim etmiştim. Adını da, tumturaklı bir şekilde, ‘Türk Devrimi: Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli’ olarak koymuştum. Daha sonra jürideki Prof. Nermin Abadan bana, Prof. Tunaya’nın tez hakkında uzun uzun konuştuğunu söyledi. Anladığım kadarıyla Kemalist dönem hakkında kullanmış olduğum serbest ifade Tunaya hocayı biraz rahatsız etmişti. Tez ittifakla kabul edildi (...) Aslında yazdıklarımda pek de özgün bir taraf yoktu, Tanzimat’ın hukukta, siyasette, eğitimde vb. yarattığı ‘ikilikler’ çok yazılmış, Dr. Adnan Adıvar da çok daha önce Kemalist pozitivizmi eleştirmişti. Fakat tespitim doğru idi. Yıllarca sonra Samuel Huntington’un ünlü kılacağı ‘uygarlıklar şoku’n, Türkiye açısından ben ‘kültür ikileşmesi’ olarak daha 1968’de tespit etmiştim. Fakat ortaya koyduğüum eser, referans çerçevesi ve kaynaklar açısından özlenir düzeyde değildi. Yine de sentetik denemem okundu ve olumlu yankılar yaptı. Daha sonra, kitaptaki Osmanlı tarihiyle ilgili açıklamalarım bana hayli yüzeysel göründüğü için onları çıkarıp tek parti dönemiyle ilgili kısmı genişlettim. Yeni okumalarımla Devrim’in sınıfsal analizini de yapmaya çalıştım. Böylece ortaya çıkan yeni kitabı da ‘Türk Devrimi ve Sonrası başlığıyla yayımladım. Bu kitap daha sonra okuttuğum Devrim Tarihi derslerinde temel teşkil ettiği için, adım yıllarca “devrim tarihi hocası” olarak anıldı.

‘GİDİP DE GELMEMEK VAR’
 

Ben Evren’in ilk konuşmasını dinledikten sonra artık üniversitede bizim gibi sol düşüncede olanlara yer kalmadığını anlamıştım. Bu durumda en iyisi belki de hemen istifa etmek olacaktı. Öyle 12 Mart’ta olduğu gibi aramalar, gözaltına alınanlar, tutuklamalar yoktu, fakat bu kez parlamento feshedilmiş, tüm siyasal partiler kapatılmış, ülkenin kaderi beş generalin eline teslim edilmişti. Aylardan beri, yüzden fazla tur yapıp da bir Cumhurbaşkanı bile seçemeyen milletvekilleri tatile gönderilmiş, liderleri de Hamzakoy’da ‘koruma’ altına alınmıştı! Her an her şey olabilirdi. 12 Eylül’ün 12 Mart’tan çok daha planlı bir haraket olduğunu belliydi. Eşim de, “dikkat et, gidip de gelmemek var!” diyor, istifa etmemi istiyordu. Hayli düşündüm, ben de aynı kanıya vardım ve Fakülte’ye bir istifa mektubu yolladım (...) Fakültemden kopmuştum, ama çalışma şevkim aynen devam ediyordu. Zaten Paris’te de bir çalışma düzenim vardı. Her sabah çocukları okula bırakıyor, sonra işe gider gibi Milli Kütüphane’ye gidiyor, akşamları dönüyordum.

MUHBİRLERLE TARTIŞILMAZ

 

Kitabım (Türkler ve Ermeniler), uzun makale halindeki baskılar da sayılırsa beş baskı yaptı. Başlangıçta Agos dışında hakkında yazı çıkmadı. Agos’un yazısı çok olumluydu. Daha sonra da Hrant Dink’le Tarih Vakfı’nın bir toplantısında karşılaştık, bana toplantıya benimle tanışmak için geldiğini söyledi. Hakkında defalarca yazıldığı gibi, son derece sıcak, içten, sempatik bir insandı. Haunharca katledilişinden duyduğum üzüntüyü anlatamam. 1915’te yaşamıyorduk, fakat insanlık düşmanları hâlâ aramızda dolaşıyordu. 1915 ve Sonrası: Türkler ve Ermeniler başlıklı kitabımın son baskısında bu menfur olaydan da söz ettim. Bu kitap hakkında sonraları basında olumlu yazılar çıktı. İhbar nitelikli yazılar da oldu, yanıt vermeye gerek görmedim, muhbirlerle tartışma yapamazsınız.

AMACIM UYGARLIK KAVGASINA KATKIDA BULUNMAK


Türkler ne Müslümanlığı, ne milliyetçiliği, ne liberalizmi, ne de sosyalizmi icat ettiler. Bunların hepsi de dışarıdan geldi. Sadece Türkiye’yi incelemek bize Türkiye gerçeğini öğretmez, daha da kötüsü Türkiye dışına kuşkuyla, kaygıyla bakmamıza yol açar. Yapılacak şey Batı’dan ‘felsefe’ ithal etmek değildir, hayali bir ‘Doğu-Batı sentezi’ peşinde koşmak hiç değildir. Yapılacak şey, günümüzde ‘Batı’ adı altında toplanan çelişkiler yumağına bilimsel ve eleştirel yöntemle yaklaşmak, Türkiye’yi bu büyük resim içinde kavramak ve uygarlık kavgamızı da halk güçleriyle, fakat küresel dayanışma olanaklarını da ihmal etmeden yürütmektedir. Ben, bilimsel çalışmaları da bu kavganın bir parçası, hem de önemli bir parçası olarak görüyorum ve tarih, toplum bilimleri ve felsefe alanındaki çalışmalarımda, kendi olanaklarım dâhilinde, bu kavgaya katkıda bulunmaya çalıştım.


Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2014


Benim için bir rüya gibi geçen hafta...


Bir hafta bitti. Benim için rüya gibi bir hafta olduğunu söylememe izin verin lütfen!.. Geçmişte de aldığım birçok ödül oldu. Ama TÜYAP Kitap Fuarı’nın yılın onur yazarı ödülünün benim için böylesine bir şölene, bitmek bilmeyen bir bayrama, bir sevgiyle dostluk halesine ulaşacağını kestiremezdim. Ancak yaşanınca anlaşılan şeyler bunlar...

Elbette maddi karşılığı olmayan, ama maddiyatla asla kıyaslanamayacak şeyler getiren bir ödül bu... Aylar önce Doğan Hızlan’ın telefondaki sesinden ilk kez öğrendiğim ödülün kamuoyuna açıklanması hayli sonra oldu. Arada ben, fuar için iki yeni kitabı hızla kotardım: son on yılın yabancı film eleştirilerini toplayan Hayatımızı Değiştiren Filmler/ 2005-2015. Ve sevgili Faruk Şüyün’ün benimle yaptığı ‘nehir-söyleşi’nin kitabı Renkli- Sinemaskop Bir Yaşam: Atilla Dorsay. İkincisi TÜYAP tarafından özenle hazırlanıp bastırıldı, ziyaretçilere dağıtıldı, satışa çıkmadı ve çıkmayacak. Ama sağolsunlar, bana bol miktarda verdiler. Meraklıları bir haber etsin, yeter!..

Medyanın ilgisi şaşırtıcıydı. Tam on büyük gazete, çoğu kitap ekleri için olmak üzere, benimle çarşaf gibi söyleşiler yaptılar. Beş aylık yayın organı da öyle...Ve bir ara hep ayni şeyleri söylüyorum gibi korkunç bir izlenime kapıldım!.. Ama şimdi dosyaya bakıyorum da, biraz farklı şeyler söylemeyi de başarmışım. Elbette sorulara da bağlı olarak...

Türlü-çeşitli paneller, tartışmalar

Ama asıl şamata fuarla birlikte başladı. Aslında o kadar da uzak olmayan, ama son dönemdeki inşaat furyası ve patlayan rant ilkesinin dağı-taşı yüksek binalarla doldurduğu bir güzergah üzerinde –ki bu konuya ayrıca gelmek gerekiyor- zaman zaman iki-iki buçuk saati bulan yolculuklarla, Beylikdüzü’ne beş kez gidip gelmek zorunda kaldım. Ben zorunluydum elbette... Ama o panellere veya Onur Ödülleri gecesine katılmak ya da sırf kitap aşkı için gelen, tanıdık veya tanımadık, genç veya yaşlı tüm o insanlara içten teşekkür etmek istiyorum: hem kendim, hem fuar, hem de tüm kitap yazarları ve okurları adına...

Ben fuarda beş panele katıldım. İlki Faruk Şüyün yönetiminde Hülya Koçyiğit’le, bir diğeri benim yönetimimde Türkan Şoray, Füruzan ve yönetmen Onur Ünlü ile... İkisi de sinemamızın yüzüncü yılı üzerineydi. Dopdolu koca salonlarda, gayet düzeyli gruplara seslenerek Yeşilçam’dan günümüze anılar derledik. Keşke bunlar teybe alınıp yayınlanabilseydi... Bu sayede ördeğin Füruzan’dan Ömer Kavur’un uyarladığı Ah Güzel İstanbul filmi için ilk düşünülen Türkan hanımın bu rolü çok istemesine rağmen niye kabul etmediği (elbette ünlü Şoray Kanunları yüzünden!) ve rolün Müjde Ar’a gittiği öğrenilirdi. Ve orada hepimizin ittifak ettiği gibi, bu rolün Müjde’ye 60’lardakı ünlü ‘kadın filmleri’nin baş starı olma kapısını nasıl açtığı da...

Dostlarım yazarlığımı anlattı

Ayrıca Faruk Şüyün’la baş başa benim için hazırladığı kitabı tartıştığımız ve de benim sadece izleyici olarak katıldığım, ama dostlarım Doğan Hızlan, Ahmet Ümit, Alin Taşçıyan ve Uğur Vardan’ın benim yazarlığımı tartıştıkları paneller de vardı. Hele ikincisinde, dakika başı adımın geçtiği ve övgülerin yağdığı bir ortamda hem çok mutlu oldum, hem de utandım. Ve içimden, MFÖ’yü anarak “ben neymişim be abi!” diye geçirdim, bunu da salonla paylaştım!..

Son bir panel ise Dame de Sion’lular derneği tarafından düzenlendi ve Sinema-Edebiyat  İlişkileri konusu tartışıldı. Yazgülü Aldoğan yönetiminde Doğan Hızlan ve Osman Şahin’in katılmasıyla... Orada Dame de Sion’lular derneğinin yıllık edebiyat ödülleri de verildi. Bu arada ben, hemen heryerde olmayı başaran sevgili Doğan Hızlan’ın bunu nasıl başarabildiğini de keşfettim: geliyor, olayı başlatıyor, sözünü en özlü biçimde söylüyor. Ve bir mazeretle çekip gidiyor!.. Ama inanın, o kadarı bile olaya bir boyut katmaya yetiyor.

Ve onur gecemiz

Ama pastanın asıl kreması, kuşkusuz Pazartesi gecesi yapılan onur ödülleri yemeği oldu. Harika bir TÜYAP organizasyonu ve akşam trafiğini göze alıp gelen sayısız dostumuzun katılmasıyla... TÜYAP yönetim kurulu başkanı Bülent Ünal ve eşiyle, kurucu- danışman Rona Aybay ve eşini ayni masada oturup tanımak, benim için çok keyifli oldu. Özellikle Bülent beyden çok etkilendim: bana ödülümü verirken yaptığı konuşmadan, tartışılan konuyu hemen kavrayıp çözüm üreten ‘yumuşak otoriter’ tavrından...Ve –kendisine de söyledim- Atatürk’e müthiş benzerliğinden!..

Gece çok hoş geçti. Servis ve yemekler kusursuz, özellikle eski Yeşilçam melodilerini çalan Tuner Band orkestrası mükemmeldi. Ve salon ünlülerle doluydu. Hangi birini sayayım? Ama ayni masayı paylaştığımız Türkan Şoray, Filiz Akın ve Müjde Ar gibi üç muhteşem kadının yanısıra, İzzet-İpek Günay, Gülsen Tuncer- Engin Ayça, Işıl Yücesoy, Prof. Oğuz Makal, Gülper Refiğ gibi sinema insanları, Füruzan, Ahmet Ümit, Nazlı Eray, Sennur Sezer- Adnan Özyalçıner, Yaşar Miraç gibi yazarlar, Hasan Cemal, Taha Akyol, Yazgülü Aldoğan, İhsan Yılmaz, Cem Erciyes, Ali Çolak gibi gazeteciler, SSM müzesi müdiresi Nazan Ölçer ya da ünlü modacı Vural Gökçaylı ve eşi vardı. Hemen tüm SİYAD’çılar, genç eleştirmen dostlarım. Ve daha kimler kimler, unuttuklarım bağışlasın...

Atilla Dorsay

Hazırlayan: Faruk Şüyün
Oğlak Yayınları
392 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm
İstanbul, 2014
ISBN : 9789753298797

Ateşbâz-ı Velî Mutfak ve Mutfak Kültürü Ödülleri 

2015 Araştırma / İnceleme / Kitap Ödülü


Ülkemizde gastronominin başkenti olarak gösterilen gurme kent Gaziantep'in mutfağı hakkında, bu kitaba kadar böyle kapsamlı yazılı bir kaynak yoktu. Türk mutfağını özellikle de Gaziantep yemeklerini tüm dünyaya tanıtmayı amaç edinen Tahir Tekin Öztan ve ekibi, bir kısmı kaybolmaya yüz tutmuş yüzlerce tarifin asıllarını kentin yaşayan tarihlerinden öğrendi. Bu çalışma için beş bin kilometre gezildi ve beş bin yemek fotografı çekildi. Çoğu yaşlı Gaziantepli kadınlardan alınan tariflerle yıllar öncesine ulaşılabildi. Bu nedenle bu kitap, aslında 150 sene önce yazılmış bir çalışma olarak nitelendirilebilir! Tümü, evlerde yapıldığı için, her zaman uygulanabilir nitelikte olan bu tarifler toplanmasaydı, bugün unutulup gideceklerdi...

Dünya mutfaklarıyla yarışabilecek nitelikte bir hazineye sahip olan Gaziantep'in binlerce yıllık yemek kültürü birikiminden gelen lezzetleri, ancak pişirildikçe kalıcı olacaktır. Bu kitap, kaybolma riski altındaki Gaziantep yerel tatlarını dünya mutfak kültürü envanterine dahil eden, asıllarını koruyan çok önemli bir belge niteliğindedir.







Hazırlayan: Faruk Şüyün
Oğlak Yayınları
Türkçe
272 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm
İstanbul, 2014
ISBN : 9789753298674

Bu kitapta Prof. Dr. Nazif Bağrıaçık'ın yaşamöyküsünü kendi kaleminden okurken Türkiye'de diyabetin tarihçesini de bulacaksınız. Yazar, 1949 yılında İstanbul Üniversitesi'ne girdi. 1956'da aynı üniversitenin Tedavi Kliniği ve Farmakoloji Enstitüsü'nde asistan oldu. 1964 yılında halen Onursal Başkan görevini üstlendiği Türk Diabet Cemiyeti'ne katıldı.

Ayrıca ülke sathındaki ilk şeker hastalığı ve şişmanlık taramalarını yaparak bu hastalıklara ait sıklık oranını ortaya koyan çalışmalara öncülük etti. Ülkemizin 33 ilinde diyabet ve obezite eğitim kursları tertipledi.

Dr. Nazif Bağrıaçık 58 yıllık meslek hayatını Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve Türk Diabet Cemiyeti'nde çalışarak geçirdi. Türkiye Tıp Akademisi, Türk Diabet Cemiyeti, Türkiye Obezite Araştırma Derneği ve Türk Diabet ve Obezite Vakfı Başkanlıklarında bulundu. Halen bu derneklerde çalışmalarını sürdürüyor.

Diyabet ve metabolizma hastalıkları konusunda 6 kitap yazdı, 175 bilimsel yayın yaptı, çalıştığı kurumlara ait monografiler kaleme aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde halkı diyabet ve obezite konusunda bilinçlendirici makaleler yayınladı.

Dr. Nazif Bağrıaçık üç kız ve üç torun sahibidir. Bilimsel ve sosyal çalışmalarına ara vermeden, yavaşlatılmış bir tempo ile devam etmektedir.




Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2011



BU yılın Onur Yazarı, Ferit Edgü.
Benim kuşağım, edebiyatta önemli bir yeri ve kalıcı izi olan bir kuşaktır, artık hepiniz biliyorsunuz; 1950 Kuşağı.
Ferit Edgü de kuşağımın en önemli yazarlarından olduğu kadar, kuşağına bağlılığını her zaman dile getiren, asla taviz vermeyen bir isimdir. O, yazarlığının bireysel tadını çıkarmakla yetinmeyen iyi bir yazardır.
Sevdiği, beğendiği yazarları da savunmuş, onların kitaplarını yayınlamıştır.
Kuşağını seven, onları her zaman edebiyat tarihinde anan biridir.
Ne zaman bundan söz etsem, “Şanslıyım, çünkü benim kuşağımın bütün yazarları iyiydi” diyor.
Resim yaptı, ressamları yazdı, ressam dostlarının sergilerini düzenledi, onların Türk plastik sanatlar içerisindeki yerini hepimize gösterdi. Ama, kendisinin de belirttiği üzere, edebiyat sevgisi, galip geldi, yazarlığı seçti.
Fuara gelenler, onu yeniden okuma isteği duyacaklardır.
Toplu öyküleri Leş, sanat yazıları da Görsel Yolculuklar başlığı altında (Sel Yayıncılık tarafından) yayımlandı.
Ne demişti bir konuşmasında:
“Paris Hakkâri’yi, Hakkâri edebiyatı verdi bana.”
Resmin yazısında ve düşüncesindeki yerini de şöyle özetliyor:
“Resim ve ressamların üzerimdeki etkisi büyüktür.”
Faruk Şüyun’un Ferit Edgü için fuara özel hazırladığı kitap Seçmeler adını taşıyor.

Doğan Hızlan, Hürriyet, 13 Kasım 2011

Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2009


Bu yılki kitap fuarının onur yazarı, iyi şair ve iyi çevirmen Cevat Çapan. Onur yazarı olması dolayısıyla kendisi için “Uzaktan Yakına Cevat Çapan” adında özel bir de kitap hazırlandı. Faruk Şüyun’un hazırladığı kitapta yer alan uzun söyleşi, fotoğraf albümü, çeviri ve kendi şiirleri ile kuşatıcı bir Cevat Çapan portresi sunulmuş.
Sanat fuarının, onur sanatçısı ödülü Muhsin Kut’a, eleştirmen onur ödülü Erhan Karaesmen’e, sanatsever kurum onur ödülü Kadıköy Belediyesi’ne, koleksiyoner onur ödülü Lale-Cengiz Akıncı’ya verildi bu sene. Sanat Fuarı için hazırlanan kitapta da, katılan galeri ve sanatçıların haricinde ödül kazanan kişi ve kurumlar hakkında yine kuşatıcı yazılar yer alıyor.

Doğan Hızlan, Hürriyet, 1 Kasım 2009

Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2012

Bana hayattayken sahip çıktılar

50. Sanat Yılı’nda Gülten Dayıoğlu’nun Çocuk ve Gençlik Edebiyatı’na katkıları konuşulmaya devam ediyor.

Altın Kitaplar ve İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi tarafından organize edilen “50. Sanat Yılı’nda Gülten Dayıoğlu” başlıklı bir etkinlik düzenlendi. Bir söyleşi ve bir panelden oluşan etkinlikte Gülten Dayıoğlu’nun Çocuk ve Gençlik Edebiyatı’na katkıları irdelendi.

Faruk Şüyün’un yönettiği “Bir Yaşamış, Bir Yazmış” başlıklı söyleşi ile başlayan etkinlikte Gülten Dayıoğlu, “Muradıma erdim, ölmeden böyle kutlamaları görmek çok büyük mutluluk. Bana hayattayken sahip çıktılar,” diyerek duygularını ifade etti.

Keyifli anların da yaşandığı söyleşide Faruk Şüyün’un Gülten Dayıoğlu’nun 50. Yıl kutlamaları için “düğünüm” ifadesini kullandığını hatırlatması üzerine Dayıoğlu, “Demek ki benim için en büyük mutluluk evlenmekmiş ki öyle ifade edebildim,” dedi. Çocukken yaptığı yaramazlıkları da anlatan Dayıoğlu ağaca tırmanınca büyüklerinin kendisine, “Kızım kimse almayacak seni, evde kalacaksın,” diyerek kızdıklarını söylemesi salonda gülüşmelere neden oldu.



Bu yıl TÜYAP Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Gülten Dayıoğlu’nun yaşamöyküsü olan ‘Bir Yaşamış, Bir Yazmış’ da elimden hafta boyunca düşmedi. İnsan bu kadar mı içten anlatır kendini. Yayına hazırlayan Faruk Şüyün’e de teşekkürler. TÜYAP tarafından sınırlı sayıda basılan bu kitap umarım satışa da çıkar...

Müge Akgün, Radikal




Kitap Fuarı’yla ilgili yazılara bakarken Doğan Hızlan’da okudum: TÜYAP’ın bu yılki ‘Onur Yazarı’ Gülten Dayıoğlu ya, Hızlan da Faruk Şüyün’ün hazırladığı ‘Bir Yaşamış, Bir Yazmış Gülten Dayıoğlu’ kitabından aktarıyor:

“Acılar yıllar sonra anılara dönüştüğünde bizde buruk bir gülümseme yaratır. Ana-kız Mahmutpaşa’dan aşağı iniyorlar, çok acıkmışlar, Nişantaşı’na kadar dayanacak halleri kalmamış, bir aile lokantası diye girdikleri yer meşhur Pandeli. Yemeği afiyetle yiyorlar. Hesap geldiğinde bakıyorlar, bu bir servet. Annesi gidiyor, kuyumcuda bir sarı lira bozdurup geliyor, hesabı ödüyor.”

Nur Çintay


Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2010


Onur Yazarı Doğan Kuban


TÜYAP Kitap Fuarı’nın bu yılki onur yazarı Prof. Dr. Doğan Kuban, mimarlık tarihi, kültür varlıklarını koruma üzerine yazdığı kitaplarla tanınan önemli bir bilim adamı.

Onur yazarı için Faruk Şüyün’ün hazırladığı kitabın başlığı şöyle: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Kültür Çınarı Doğan Kuban.
Kuban’ın son iki kitabı gerçekten bizim mimarlık tarihimiz için büyük bir önem taşıyor.

Biri Divriği Ulucami hakkında Cennetin Kapıları, diğeri ise Osmanlı Mimarisi.

Bu iki kitap ta YEM yayınları tarafından yayınlandı ve her iki kitabın da İngilizce çevirileri çıktı.

Kuban’ın başka kitapları da var elbet. Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı yazıları bir araya getirdiği Çağdaşlaşma Sancıları ve Gelecek, Türkiye’nin Elinde isimli kitapları da Cumhuriyet Kitapları tarafından yayınlandı.

Kitaplar dışında, kültür yazıları ile de bu konuda gerçekten mimarlık konusunda okuruna bir bilinç kazandırıyor.

Kuban’ın koruma, restorasyon çalışmaları, mimarlığın sadece bir bilim dalı, bir disiplin olmadığını, bir kültür bütünlüğü içinde algılanması gerektiğini bize öğretiyor.

Hiç kuşkusuz en önemli yanlarından biri, onun cumhuriyetin ikinci kuşağı aydını olmasından kaynaklanıyor.

Hem Anadolu’yu hem Ankara ve İstanbul’u bilen, dünyayı tanıyan biri olması, onun yazdıklarının dünya ölçüsünde değer kazanmasının nedenlerinden biri.

Mimarlıktan edebiyata uzanan ilgi, onun özellikle yazılarına yansır.

Ayrıca kendisi Türk diline hayran olduğu kadar dil üzerine düşünen, araştıran, yazılar yazan bir kültür adamıdır.

Kuban’ın mimariyi bir kültür olarak ele aldığının en iyi göstergelerinden birisi de bu olsa gerek.

***

KİTAPTAKİ konuşmasında Türkiye’nin kültür tarihini bulacaksınız.

Mimarlığın nasıl hayatın içinde yer aldığını, toplumsal / siyasal tarihimizle nasıl paralel gittiğini fark edeceksiniz.

Doğan Kuban kitabında, öğrencilerinin ve meslektaşlarının yazdığı bölümünde yer alan, Prof. Dr. Semra Germaner’in yazısı aslında Kuban’ı en iyi ifade eden cümleleri bir araya getiriyor:

“Doğan Kuban 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkiye’de mimarlık tarihi kuramlarının temel figürlerinden biridir. Düşünce üretmeye yönelik, eleştirel bir yaklaşımla ve adeta sürekli aramakta olduğu soruların cevaplarını bulmak amacıyla -coğrafya ve zamanla sınırlı kalmaksızın- antik çağlardan Bizans’a, Rönesans İtalya’sından Osmanlı mimarlığına Selçuklu mirasından İslam dünyasına, Türk evinden Osmanlı saraylarına oralardan günümüz mimarlık, resim ve heykel sanatlarına uzanır.

Kuşkusuz böylesi bir bakış açısı, geniş kapsamlı bilgi birikimi, yeni düşüncelere açık bir yapı gerektirir. Dünyaya merakla bakan Doğan Kuban, okuyarak, gezip görerek, anlatarak ve en önemlisi yazarak bu birikimi edinmiştir. Yaşadıklarını ve edinilmiş bilgileri sürekli irdelemesi, meraklı bakışı onu gerçek bir aydın ve modern bir insan yapmıştır. Tüm bu özellikler onu Türkiye’de sayısı az bulunur değerler arasında görmemizin başlıca nedenleridir.”

***

OSMANLI’dan Cumhuriyet’e Bir Kültür Çınarı kitabını mutlaka okuyun.
Çünkü hem mimarlığın önemini hem de cumhuriyet aydının kimliğini öğrenirsiniz.

Doğan Hızlan, Hürriyet, 1 Kasım 2010


Kitap Adı Lezzet İmiş Her Ne Var ise Âlemde
Barkod
:
9789753298568
Basım Tarihi
:
2013-11
Sayfa
:
171
Boyut
:
135-195
Kapak Türü
:
Karton
Kağıt Türü
:
2. Hamur
Dil
:
Türkçe

Basım Yeri
:
İstanbul


En son söyleneceği, baştan söyleyiverelim:
Lezzet İmiş Ne Var ise Âlemde’nin karnın aç olduğu hâllerde, diyetteyken, şu ya da bu sebeple bir süredir abur cubura talim edildiği o tatsız tuzsuz zamanlarda okunması –hâşâ huzurdan- yasak değilse de fena hâlde tehlikelidir! Bizden uyarması…
Neden derseniz efendim, Faruk Şüyün bu kitapta sofra sofra, şehir şehir geziyor, yiyor içiyor, yemekle de kalmayıp ballandıra ballandıra anlatıyor. Çorba mı derseniz çorba, kahvaltı mı derseniz kahvaltı… Gaizantep mi sorarsınız, Balkanlar mı, hepsi mevcut! E, yazarımız ehlikeyf, yaşamanın soluk almaktan ibaret olmadığını, yeme içmenin de başlı başına bir sanat olduğunu kendiliğinden keşfetmiş şanslı kullardan… Hani derler ya, ağzından bal damlıyor, damlıyor vallahi; damlaması da yetmiyor başlıyor mu bu sefer de balı anlatmaya…
Diyeceğimiz o ki bu kitabı okumadan iki kere düşünün: Şimdi durup dururken damak zevki, yemek kültürü gibi konular, “onun iyisi bunun güzeli nasılmış” gibi meseleler aklınıza girip her sofrada keyif arama derdi çıkmasın başınıza…
Nermin Sayın




Sevgili dostum Faruk Şüyün Lezzet İmiş Her Ne Var İse Âlemde (Oğlak Yayıncılık) diyor. Sevgili Nermin Sayın da açımlıyor: “Faruk Şüyün bu kitapta sofra sofra, şehir şehir geziyor, yiyor içiyor, yemekle de kalmayıp ballandıra ballandıra anlatıyor.” Gerçekten öyle.

Yemek tarifi yazıları değil Faruk’unkiler. Gerçi kimileyin tariflere yanaşılır gibi oluyor ama, bize daha çok yurt gezilerinden mutfak kültürü izlenimleri anlatılıyor bu kitapta. Örnekse, güney Ege’de ayışıklı bir gecede anılmış “nar ekşili sarımsaklı kabak çiçeği ve balkabağı kızartması” geçen haftanın soğuk akşamlarında gönlümü çeldi...


Faruk Şüyün baştan beri şairler, yazarlar dostuydu. Nitekim 101 Ustadan Hayatın “Şey”leri (Oğlak Yayıncılık) bu dostluğun açık belgesi. Edebiyat insanlarından öteki sanatların ustalarına bir sevgi kitabı. Fakat şunu da eklemeden duramayacağım: Faruk Şüyün sanatçıları mı daha çok seviyor, iştah açan üslûbuyla anlattığı yemekleri mi?..

Selim İleri, Radika Kitap, 23.12.2013


Keyif erbabından lezzetin haritası

Mutfağı bir rehabilitasyon merkezi olarak tanımlayan Faruk Şüyün’ün yemek yazıları beş duyuya birden hitap ediyor. Radikal Kitap

20.01.2014 07:30

KEREM ATSU

Keyif erbabından lezzetin haritası
 
Faruk Şüyün’ün her zaman edebi bir lezzet taşıyan yazılarını Dünya gazetesindeki köşesi ve deneme ağırlıklı kitaplarından bilen biliyor. Oğlak Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Lezzet İmiş Her Ne Var ise Âlemde’yi okurken, insan bir “keyif erbabı” olduğundan emin oluyor Faruk Şüyün’ün, yeme-içmeyle ve özellikle mutfakla kurduğu ilişkisine bakarak. Örneğin mutfağı bir rehabilitasyon merkezi olarak gördüğünü yazmış, beş duyuya birden hitap eden mutfakta yemek hazırlamanın verdiği haz, bu kitapta yer alan yazıların ortaya çıkış nedenini oluşturuyor. Ama  Şüyün kendisine “gurme” demeyi tercih etmiyor, Selim İleri’nin “Oburcuk”unu yakıştırıyor daha çok ya da “gurman”ı…
Kitap, bu topraklarda en çok tüketilen bir içecekle, çayla başlıyor. Aslında bu kadar çok çay tüketilen bir ülkede yaşıyor olsak da, çayı ne kadar iyi bildiğimiz, çeşitlerinden ne denli haberdar olduğumuz şüpheli. Bu kadar çok tüketilen ve gündelik hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen bu içeceğe karşı, nasıl bu kadar özensiz olabildiğimiz sosyo-kültürel bir mesele gibi duruyor. Faruk Şüyün, diğer kültürlerde çayın yeri ve öneminden, tarihinden, hatta felsefesinden bahsederek çayla yapılan yemeklere kadar bu içeceği bize keyifli bir dille ve kendi perspektifinden anlatıyor. Örneğin, Şüyün’e göre çayın tadına şekersiz varılabilir ancak. Hatta, “şekersiz çay” denmesini bile doğru bulmuyor, çayın aslı zaten şekersizdir diyerek. Türkiye’de ise son yıllarda çayı, kahveyi şekersiz içme alışkanlığı yaygınlaşmaya başladı, ama hâlâ yaygın olan çay içme alışkanlığı şekerli. Vapurda, kahvehanede siz söylemediğiniz sürece çayınızın yanına mutlaka birkaç küp şeker bırakılıyor. Çaya limon katılmasını da doğru bulmuyor Faruk Şüyün. Giyimden yemeğe sadeliği sevmesiyle açıklıyor bu durumu. Beş bin yıllık çay geleneğinin geçirdiği aşamaları ve özellikle ritüellerini anlatırken, canınızın çay çekeceği kesin. Bu arada Şüyün, bir davet aracılığıyla Rize’ye giderek çayın yetiştirildiği yer ve kültürel iklimden de bahsediyor ki, tarladan bardağa kadar olan bütün süreç gözümüzün önünde canlanıyor.
Yazar, ilk yemeğimiz, mutfaktaki sistemlerin gelişmesinin temelini atan çorbaya da ayrı bir yer ayırıyor kitabında. Ona göre, en sosyal eşitlikçi yemeklerden biridir çorba, çünkü toplumun her kesiminin ortak yemeğidir. Vedat Başaran’la Nuruosmaniye’deki bir lokantadaki çorbayla ilgili sohbetinden başlayıp kendi çocukluk anılarına kadar uzanan, bu arada çorbanın tarihsel sürecinden çeşitli kültürlerdeki yeri ve önemine kadar pek çok bilgiyi ustalıkla yazının içine serpiştirerek keyifli bir lezzet yolculuğuna çıkarıyor okuru. Bu defa da canınız sıcak bir çorba çekebilir, bu soğuk kış günlerinde.
Faruk Şüyün’ün bu ayrıntılı ve keyifli anlatım, birbirini takip eden kahve, ekmek, balık, çikolata, zeytinyağı gibi çeşitli yeme içme konularıyla devam ediyor. Bazen yurtdışına çıkıp Hamburg’un sokaklarında ıhlamur kokularını içinize çeke çeke dolaştırarak çeşitli biraların tadına bakıyorsunuz, peşinden Berlin’de güzel bir ziyafet çekiyorsunuz… Ama o şehirlerin sadece yemeklerini değil; müzelerini, yağmurunu, insanlarını da sofralarıyla birlikte anlatıyor yazar.
Aslında kitaptaki yazılar, gazete ve dergiler için kaleme alınmış, çeşitli organizasyonların davetleriyle gidilen lezzet seyahatlerindeki deneyimlerden oluşuyor. Ama bu parça parça yazıları bir araya getirince, sanki ayrı ayrı yazılmış gibi gelmiyor insana; bir bütün olarak, yemek ve mutfağın ardındaki o sırlar dünyasını keşfe çıkan bir keyif erbabının samimi bir üslupla kaleme aldığı, hatta lezzetin define haritasını çizdiği bir kitap var karşımızda.
Gurme değil Oburcuk
Faruk Şüyün 1976 yılında gazeteciliğe başladı. Hürriyet Gösteri’de, Varlık dergisinde çalıştı. Birçok yayınevinde editörlük görevinde bulundu, ayrıca Varlık Yıllıkları’nı hazırladı. Güneş gazetesinin sanat sayfası editörlüğünü yürüttü. Televizyonlara edebiyat programları, ayrıca çeşitli kurumlara festivaller, sanat geceleri düzenledi. 1988 yılından beri Dünya gazetesi sanat sayfası editörlüğünü sürdürüyor ve “Odak” başlıklı köşe yazıları yazıyor. İlk sayısı 1991 Kasımı’nda çıkan Dünya Kitap dergisinin ve Eylül 2009’da okurlara sunulan Dünya “ehlikeyf” gastronomi dergisinin yayın yönetmeni.
Tabii ki herkes istediği gibi yer, içer, giyer...
Gittikçe daha sade, daha yalın olanlar ilgimi çekiyor. Giyimden yemeğe her alanda, bunu böyle yaşamaya çalışıyorum... Bir şeyleri bir şeylere eklemek, fusion’lar yaratmak benim işim değil. Esas hâliyle, gerçek tatlarıyla seviyorum kalan ömrümde önümden hasbelkader geçenleri. Bir kâm alacaksam, “su katılmamış!” olandan almalıyım, diyorum...
Yaşım da ilerliyor ya, bazı şeylere de kızmaya başladım... Şu “şekersiz çay” sözcükleri örneğin... Yahu çayın şekersizi olur mu! Çay, zaten öyle içilir, aslı şekersizdir. Hadi Erzurumlular gibi “kıtlama” yaparsınız çok çok, ama çaya şeker atılmaz ki... Eğer çay acı geliyorsa, içmeyeceksiniz o zaman... Çünkü, şeker koyunca içilen, çay olmuyor, başka bir sıvıya dönüşüyor...
Limonataya şekeri basmayacaksınız, kolaya da buzu... Tadını değiştirdikten, o rendelenmiş limonun lezzetini alamadıktan sonra bol şekerli bir sıvı içmenin ne manası var?!
Tabii ki herkes istediği gibi yer, içer, giyer...
Buna karşı çıkmıyorum, ama asıl olanı da bilmek, onu muhafaza etmek koşuluyla...
Dali, Picasso çok iyi klasik resim yaptıktan sonra resimlerini bozdular ve Gerçeküstü, Kübist ürünler verdiler... Her zaman aslının lezzetinin farkındaydılar, yapıtlarında alttan alta onu hissettirdiler...
Ama başta da dedim ya, ben yine de asıllardan yanayım. Bu nedenle de her zaman Leonardo’yu, Michelangelo’yu daha bir keyifle izliyorum...
Picasso’yu da çok seviyorum, çünkü “esas”tan hiçbir biçimde sapmamış, onun üzerine bir şeyler daha koymuş... Bütün eserlerinde “esas”ın tadını almak mümkün... Onu ne kadar duyumsadığını, benimsediğini hissediyorsunuz...
İyi bir çayın keyfi de, şekersiz içerseniz yaşanır; içine şekeri, limonu attıktan sonra, nasıl yapıldığının, hangi çayın kullanıldığının çok önemi kalmaz, tuhaf bir sıvıya dönüşmüştür çoktan... İyi bir balık, hiçbir şeyle birleştirilmeden yenilmelidir, iyi bir et de öyle... Limon sıkarsanız, sos katarsanız onun esas lezzetini nasıl anlayacaksınız ki?
Etin, özellikle balığın soğumaması çok önemlidir. Dışarıda yeniliyorsa, iyi bir restoranda servis yapılırken esen rüzgârın bile hesabı yapılır yemeğin soğumadan masaya gitmesi için...
Bu nedenle de yavaş yavaş içilen rakı ile asla uyumlu değildir, çabuk, soğutulmadan yenilmesi gereken balık.
Bunların ardından bazıları bir de o cânım balığı üzerine limon sıkarak, rakı eşlik edecek diye soğutarak yiyorsa, verilen emeğe, gelen lezzete yazıktır... (Kitaptan)
LEZZET İMİŞ HER NE VAR İSE ÂLEMDE
Faruk Şüyün
Oğlak Yayınları
2013, 171 sayfa, 20 TL.





Daha tadacak çok lezzet var


Faruk Şüyün, 'yemek yazıları'nı 'Lezzet imiş her ne var ise alemde' kitabında bir araya getirerek okurlarıyla paylaştı. Oğlak yayınları arasından çıkan kitap, çaydan zeytinyağına, balıktan kahveye lezzetin haritasını çıkarıyor.

18 Ocak 2014, Cumartesi - 18:19
HİT: 103(0)

1976 yılında başladığı gazetecilik hayatı boyunca bir çok yayın kuruluşunda çalışan Faruk Şüyün, bu süre zarfında pek çok da kitap yazdı. Şimdi ise yemek yazılarından bir araya getirdiği 'Lezzet imiş her ne var ise alemde' kitabıyla okurunun karşısına çıkan Şüyün, bu kitabıyla sofra sofra, şehir şehir dolaşarak bir lezzet haritası ortaya çıkarıyor. Beklemek ve Ummak, Füruzan Diye Bir Öykü kitaplarıyla tanıdığımız Şüyün, yaşamanın sadece nefes alıp vermekten ibaret olmadığını dünyada tadacak sayısız lezzetin olduğunu düşünüyor ve bu düşüncesini yazılarına yansıtıyor. Kitabının son sözünde ünlü besteci Rossini'nin şu sözünü paylaşıyor: 'Yemek yemek, aşk, şarkı söylemek ve içmek… İşte hayat denilen komik operanın dört perdesi.' Ve kendisi de 'Bu kitapta bunlardan ikisi anlatılıyor. Diğerleri ise burada anlattıklarımızın eşliğinde çok daha keyifli ve güzel… Bu dört perdenin olmadığı bir yaşam ise yalnızca uzun ve sıkıcı bir monolog!' diyor.
MUTFAKTAN HİÇ ÇIKMAYAN OBURCUK
Son yıllarda yeme içme konusunda o kadar çok yazılıp çiziliyor ki herkeste bir gurme havası almış başını gidiyor. En pratik ve en lezzetli tarifi vermek için yarışan TV programları, gazetelerde gurme sayfaları, envai çeşitte yazılan/ hazırlanan kitaplar… Bu, belki de bizim mutfağa ve yemeğe ne kadar düşkün olduğumuzu gösteriyor. Dünyada saygın bir yere sahip Türk mutfağı umulur ki bu yapılanlar ile bizde hak ettiği yeri bulur. Şöyle bir geriye çekilip baktığımızda bu lezzet sofrasına daldırılmış binlerce kepçe görürüz. Faruk Şüyün de bu çorbaya kepçesini daldıranlardan. 'Lezzet imiş her ne var ise alemde' de Şüyün'ün kepçesinden bizim tabağımıza gelen. 'Mutfağın, iyi bir rehabilitasyon merkezi olduğunu düşünmüş, yooo, aslında yaşamışımdır… Bir adım daha atayım, bir şirket içindeki insan davranışları, yardımlaşma hakkında en iyi ipucu veren mekanlar mutfaklardır, diye bir iddiada bile bulunabilirim rahatlıkla' diyen Şüyün, mutfağın büyüsüne çoktan kapılanlardan. Kendisini 'oburcuk' olarak tanımlıyor.
KEME KEBABI AĞIZLI KÜNEFE
Faruk Şüyün kitabında Anadolu'nun mutfaklarından tattığı lezzetleri tanıtıyor. Bunlardan biri Gaziantep mutfağı. 'Karşılama niyetine çiğköfte, çorba olarak yuvalama, ardından patlıcan söğürmeli ceviz lahmacun ve semsek (pideye benzer, peynirli, sebzeli ve şekerli olabilir) geldi. Masa aralarında muhammaranın da bulunduğu serpme Antep mezeleriyle doluydu… Sunulan pazı dolmanın da gerek yaprak kalitesi, gerek pirincin yeterli diriliğiyle çok iyi olduğunu söylemeliyim. Servis daha sonra haşlama içli köfte, tütsülenmiş tadıyla hep sevdiğim frikli tandır, kaşık salatası ile sürdü… Ana yemek öncesi keme mantarlı ve patlıcanlı kebap önümüze dürüm yapılarak getirildi. Daha sonra yenidünya (malta eriği) ve közlenmiş sarımsak ile sunulan kebap vardı. Ağızlı künefe, katmer ve baklavacıkla nihayetlenen yemekte isteyenle Türk kahvesi arzu edenler farklı ürünlerden yapılmış kahveler içti.' 
DÜNYA MUTFAĞININ EN LEZZETLİ ÖRNEKLERİ
Büyük bir iştahla çevireceğiniz kitabın sayfaları arasında 'Evde en iyi ekmeğin nasıl yapılacağından, balık pişirmenin püf noktalarına, mantar tadımından, çikolataya kadar mutfak hakkında pek çok bilgiyi bulmak mümkün. Yazarımız sadece Türk mutfağıyla da yetinmiyor. Başka mutfaklara da daldırıyor kepçesini ve dünya mutfağından unutulmaz lezzetler seriyor önümüze. Hamburg, Berlin, Lübnan mutfağının en lezzetli örneklerini sayfalarına taşıyor.
Çay şekersiz içilir
Dünyada ve Türkiye'de çayın gelişim süreci hakkında bilgiler aktaran Şüyün, 1878'de çay üzerine yazılmış ilk kitap olan 'Çay Risalesi'ne dikkat çekiyor ve Türkiye'de çay üretiminin kitaptan bir yıl sonra başladığını belirtiyor. Çayın şekerle birlikte tüketilmesine kökten karşı olan Şüyün, 'Yaşım da ilerliyor ya, bazı şeylere de kıymaya başladım… Şu 'şekersiz çay' sözcükleri örneğin… Yahu çayın şekersizi olur mu! Çay, zaten öyle içilir, aslı şekersizdir. Hadi Erzurumlular gibi 'kıtlama' yaparsınız çok çok ama çaya şeker atılmaz ki… Eğer çay acı geliyorsa içmeyeceksiniz o zaman… Çünkü şeker koyunca içilen çay olmuyor, başka bir sıvıya dönüşüyor…' diyor.
yenisafak.com.tr



Kitap Adı: 101 Ustadan Hayatın Şeyleri
Barkod
:
9789753298551
Basım Tarihi
:
2013-11
Sayfa
:
171
Boyut
:
135-195
Kapak Türü
:
Karton
Kağıt Türü
:
2. Hamur
Dil
:
Türkçe

Basım Yeri
:
İstanbul

Hani güzel güzel romanınızı okurken, birdenbire bir cümle çıkıverir karşımıza, aniden bastıran yağmur gibi… Ne yapacağımızı şaşırırız; öyle bir şey demektedir ki yazar, açtığı kapıdan çıkıp bambaşka bir dünyaya varmak, o ana kadar bildiğimiz her şeyi birdenbire unutuvermek işten bile değildir. Romanı unuturuz, olduğumuz yeri, olduğumuz kişiyi, tümünü unuturuz… Aklımızda bir tek o cümlenin fısıltısı kalır… Kalır, yer eder… Bir hayat kırıntısı daha bırakılmıştır ruhumuza, yeniden yoğrulup bereketi doğurmak üzere…
Faruk Şüyün, Dünya gazetesi için mesleğinin zirvesindeki yazarlar, şairler, oyuncular, ressamlar, müzisyenler, yönetmenler ve iş adamlarıyla söyleşiler yaparken de karşılaşmış bazen o hayat kırıntılarıyla… Hiç olmadık yerde açan kırçiçeği gibi gülümseyen satırları, o söyleşilerden koparıp alıyor, bir buket yapıp sunuyor şimdi biz okurlara… 101 ustanın bilgelikle, sanatla donanmış sözleri, Hansel ile Gretel’in yolunu bulmak için yollara serptiği ekmek kırıntıları gibi seriliyor önümüze bu Hayatın “Şey”leri buketiyle…
Ne dersiniz o kırıntıları yiyen kuşlar bulabilmişler midir evlerini?
Nermin Sayın


101 Ustadan Hayatın Şeyleri


25 Nisan 2014 yayınlandı | Figen Özer tarafından



Tam şu an..


Zaman, mekan fark etmeksizin bir an durup başrolünü oynadığınız hayat filmini geri sarın ve bundan bir kolaj yapın deseler… Şüphesiz bazılarını tekrar izler ve ayrı bir kayda alırsınız.


Bir başarı anı belki, ya da bir yenilgi..


Sevilmenin tadının hissedildiği bir vakit olabilir ya da keşkelerle muhatap bırakan bir kayıp…


Bir hata da olabilir, dilinizden ya da elinizden çıkan, olur ya belki farkında bile değildiniz.


İş arkadaşı, dost belki de eş varmış karşınızda, güvenmişsiniz, ah ne budalalıkmış. Nitekim güven kredisini kolay kolay her isteyene vermemeyi öğrenmişsiniz.


Gibi Şey’ler..


İşte bunları yaşadığını an, tecrübe çekmecesine sıkıştırıp, kilidi atarsınız.


Tekrar izlediğinizde de ayrı bir kayda alırsınız.


Hansel ile Gratel’in yolunu bulmak için yollara serptiği ekmek kırıntıları gibi…


Nermin Sayan, Faruk Şüyün’ün 101 Ustadan Hayatın Şeyleri kitabının arka kapağına düştüğü notta işte böyle diyor.


Ekmek kırıntıları bu kez hayat kırıntıları olarak karşımıza çıkıyor.


Yeniden yoğrulup bereketi doğurmak üzere ruhumuza bırakılan hayat kırıntıları…


Faruk Şüyün yaptığı söyleşilerle gazete sayfalarında uzun yıllar “Sanat Molası” verdirmiş okurlarına. Ve bakmış ki, bu söyleşilerde zamansız, mekansız, herkes için çok şey ifade edecek hayat kırıntıları var, kitap haline getirme kararı almış.


Kimler yok ki bu kitapta…


Sunay Akın, Ahmet Ümit, Buket Uzuner, Ayşe Kulin, Mario Levi, Ataol Behramoğlu, Vedat Sakman, Ara Güler gibi birbirinden değerli isimler. Yazar, ses sanatçısı, tiyatrocu, ressam, karikatürist… Sanatın farklı dallarından tam 101 kişi.


101 adet yaşanmışlık.


101 dünya görüşü.



Hayata dair 101 şey…


Söyleşi / Belgesel
101 Ustadan Hayatın ‘Şey’leri


Yılların kültür-sanat gazetecisi Faruk Şüyün. Haliyle birçok iyi sanatçıyı, usta ismi yakından tanıyıp hepsiyle birkaç kere birbirinden önemli söyleşilere imza atmış bir isim. Dünya gazetesi için mesleğinin zirvesindeki adlarla yaptığı söyleşileri, ama o söyleşilerden en ‘mühim’ cümleleri bir araya getirmiş kitabında. ‘101 Ustadan Hayatın ‘Şey’leri’ adından da anlaşılacağı gibi onlarca yıllık birikime, tecrübeye, günlerce anlatılacak anılara ve haliyle her cümlesinden çıkarılacak onlarca derse sahip isimlerin söyleşilerde itiraf ettikleri atom çekirdeğini aktarıyor. “Yoksa zaman zaman, hele edebiyat dünyamızın bugününe baktığım vakit tartışılması değil, feryat edilmesi gereken çok şey olduğunu biliyorum, görüyorum... Zaman zaman kendi kendime, hatta bazen ipin ucunu kaçırıp güvendiğim dostlarıma -bilhassa içkili sofralarda- feryat da ediyorum, ama orada kalacağını bildiğim için, içim rahat feryat ediyorum...” sözleriyle Selim İleri’nin özel bir ânını bütün samimiyetiyle aktardığını göreceksiniz örneğin. Açıksözlülükle konuşmuş bütün ustalar. Aslında hepsi birer ders veriyor bizlere. Hayata dair. Hayatın en önemli ‘şey’inin ne olduğunu aktarıyorlar. Faruk Şüyün sayesinde 101 isimden, 101 hayat tecrübesinden, 101 ustadan hayatımızda olması gereken 101 ‘şey’i öğreneceksiniz...

Çağlayan Çevik /Hürriyet






Kitaplık Kedisi