17 Ekim 2015 Cumartesi


Yapı Kredi Yayınları
: Füruzan Diye Bir Öykü
Barkod
:
9789750816017
Basım Tarihi
:
2009
Sayfa
:
416
Boyut
:
165-245
Kapak Türü
:
Karton
Kağıt Türü
:
2. Hamur
Dil
:
Türkçe
Basım Yeri
:
İstanbul

Füruzan'ın yaşadığı yerlerde geçen, anılarla yüklü bu kitabı, 27. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Füruzan için, Faruk Şüyün hazırladı. Otuz yazarın katkısıyla, onlarca fotoğraf ve yapıt bilgisiyle "kaynak kitap" özellikleri de taşıyor Füruzan Diye Bir Öykü: Edebiyatımızda "olay" olmuş bir yazarın öyküsü.

Füruzan için hazırlanan kitabın kurgusu oldukça özgün. Yapılan söyleşinin aralarına diğer yazarların Füruzan hakkındaki yazıları konulmuş... Füruzan'la yapılan bir nevi nehir söyleşi diyebileceğimiz konuşma, bir yazarın edebiyatından hayatına kadar, bir yaratıcının bütün evrelerini kapsıyor.
Doğan Hızlan, Hürriyet

Sıcak, sarmalayıcı, canlı ve alabildiğine etkileyicidir Füruzan'ın öykülerinde yarattığı atmosfer. Öykücü kimliğiyle o, Türk anlatı edebiyatının, en önde gelen adlarından biri olarak yerini çoktan sağlamlaştırmıştır.
Füsun Akatlı, Milliyet Kitap

Hemen belirteyim, özel bir kitap bu... Yakın gelecekte başka okurlarla buluşmasını diliyorum. Çünkü, Füruzan'ın anlattıkları büyüledi. Başka okurlar da büyülensin istiyorum.
Selim İleri, Radikal Kitap

Bir yazarın oluşma sürecini öğrenmek, kendi özgün kimliğiyle yaşamaya kendini koşullamış bir yazarın hayatının derin sularına girmek istiyorsanız, Faruk Şüyün'ün büyük bir emek ve incelikle hazırladığı bu kitabı okumalısınız. Kibirden, övgü beklentilerinden, kendini ayrıksı yerlere yakıştırmaktan uzak, ama gene de düpedüz bir fenomen olan -çoğunluğun tam farkında olmadığı- Füruzan, onsuz olamadığım yazarlarımdandır.
Semih Gümüş, Radikal Kitap

Füruzan Diye Bir Öykü, Türk edebiyatının en büyük ve en önemli yazarının hayatının, kendi ağzından ve bakışından bir anlatımı olmasının yanında bir edebiyat eseri de olmuş.
Metin Celâl, Cumhuriyet KitapTanıtım Yazısı'ndan


Faruk Şüyün "Füruzan Diye Bir Öykü"


Bazı eserleri okurken hayatımla oluşturdukları paralellik garip bir ürperti verir bana. “Füruzan: Diye Bir Öykü” adlı kitabı okurken de, hoş bir rastlantı oldu. Kitabı geçen hafta gezmeye gittiğim Kapadokya’ya yanımda götürmüştüm, dünyada en sevdiğim yer olan Kapadokya’nın büyülü atmosferinde vakit buldukça okuyordum. Bir gün Uçhisar’daki Güvercinliği gezerken bir anda güneş uzak bir noktada parlamaya başladı ve muhteşem Erciyes dağını aydınlattı. Bembeyaz görüntüsüyle aniden karşımıza çıkması inanılmazdı. Akşam kitabıma döndüğümde, Füruzan da ilk kez İstanbul dışına çıktığı yolculukta, Erciyes’i görünce nasıl heyecanlandığını anlatıyordu: “İstanbul’dan hiç çıkmamış bir İstanbullu’ydum (…) Trene binmek istedim. Ve Erciyes Dağı’nı görünce o kadar heyecanlandım ki anlatamam. Gözlerim yaşardı. Böyle bir dağ olabilir miydi? Bu çok şaşırtıcı bir doğa görüntüsüydü. Bir düzlüğün üzerinden Tanrısal bir şey gibi yükseliyordu. Benim gibi bir büyük kentlinin izlediği, doğanın içinde görkemli bir anıt doğa parçasının kendisine ait bir şeyin yükselişi. O uzun tren yolculuğunda ben hiç uyumadım. Bir şey kaçırmamak istedim o görüntülerden…” Erciyes’in görüntüsü karşısında aynı şeyleri hissetmiş olmamız, aynı yaşaran gözlerle dağı seyretmiş olmamız, kitaba – ve dolayısıyla Füruzan’a – bir anda müthiş bir yakınlık duymama neden oldu. Böylesi anlarda okur, yazarla eşsiz bir bağ kurduğunu düşünür.
Faruk Şüyün’ün Füruzan’la yaptıkları diyaloglar üzerine hazırladığı “Füruzan: Diye bir Öykü” yazarı gerçekten de yakından tanımamıza yarayan bir eser olmuş. Faruk Şüyün kendisini hiç hissettirmeden, Füruzan’ın kendi kurgusunu yapan anlatısını hiç bozmadan ve en önemlisi, bizimle birlikte yazarı tanıma sürecindeymiş gibi bir eser çıkarmış ortaya. Yazarın kendi ağzından, dolaysızca yaşam öyküsünü dinlemek çok hoş kılıyor. Bazı yerlerde Füruzan’ın “bilirsiniz herhalde” gibi Şüyün’a yönelttiği sözler aslında, okura doğrudan söylenmiş izlenimi veriyor. Şüyün ile birlikte dinliyoruz sanki.
Kitabın en ilginç yanlarından biri, bugüne dek yazar hakkında çıkan eleştiri yazılarına geniş yer vermiş olması. Özellikle Fethi Naci, Erdal Öz, Mehmet H. Doğan, Ece Ayhan gibi yazarların 1970’lerde, 1980’lerde yazdığı eleştirileri okurken, bir dönem ne denli akıllı ve güzel makalelerin yazılmış olduğuna hayranlık duymadan edemedim. Füruzan’ı ilk anlayan ve anlatanlar olarak, yazarın hayatında çok önemli rol oynamış bu yazar ve eleştirmenler. Edebiyatımızın gelişim yıllarında Füruzan’ın önemini anlamamıza yarıyor ayrıca bu makaleler. Bunlara ek olarak bugün Semih Gümüş, Tahsin Yücel, Füsun Akatlı gibi çok sayıda yazarın da makaleleri eklenmiş. Böylece yazar hakkında dünden bugüne geniş bir yelpazede düşünceleri bir arada buluyor okur.
Özgür Bir Çocukluk
Füruzan ailesini ve çocukluğunu anlatarak başlıyor. Zihninde hatıra oluşturamayacak denli küçükken kaybettiği babasının adeta izini sürüyor. Bir insanın hayatını anlatmaya başlamasıyla kuşkusuz çocukluk anılarının düğümü de çözülmeye başlıyordur; özellikle bir yazar için hatırladıkça, anlattıkça, bir yaşamın kurgusu çıkar ortaya. Füruzan hayatını önceden kurguladığı bir şeyi anlatır gibi değil, aklına geldikçe, tüm doğallığıyla anlatıyor ve sanki çözülmeler metin içinde doğallıkla oluşuyor.
Belki de İstanbul’un en güzel yıllarında geçiyor Füruzan’ın çocukluğu. Henüz okula gitmeyecek kadar küçükken yalnız ya da yaşıtı arkadaşlarıyla vapurlarda, kayıklarda, deniz kenarlarında sadece gezme amacıyla dolaşıyor, keşfediyor, tanıyor. Hemen metnin başında Füruzan’ın yaşadığı kentlerle organik bir bağ kurduğunu anlıyoruz. İstanbul ve Berlin onun yaşamında çok önemli yer tutuyorlar, sanki sevdiği, vazgeçmediği dostları gibi. Fakat yaşadığı yere bunca önem vermesi, kentlerin bozulmasıyla acıya da dönüşüyor. Bunu da sıklıkla dile getiriyor. Özgür geçen çocukluğu sayesinde İstanbul’un farklı semtlerini, farklı portrelerini tanıma fırsatı buluyor. Bu şehrin farklı katmanlarını tanımak onun için çok önemli, bunu kitap içinde de birkaç kez dile getiriyor.

Resim ve Sinema
Füruzan’ı besleyen bir başka şey yine küçük yaşta yapmaya başladığı resimler. Resimler daha sonraki yıllarda gelişen sinema tutkusunu da açıklıyor. Yazarların diğer sanatlarla bağlantıları hep ilgimi çekmiştir. Füruzan’ın sinemayla ilgilendiği hep bilinirdi ama çocuk yaşta yaptığı, hatta iki “ü” ile Fürüzan diye imzaladığı resimlere dikkatli bakınca zihninin görsel detayları nasıl algıladığını daha iyi anlıyor insan. Füruzan’ın eserleri okurun zihninde hep görsel imgelerle canlanır, yazarın resim yeteneğini görmek eserlerindeki bu görselliği kuşkusuz daha anlaşılır kılıyor.
Füruzan hayatının dönemlerini, yaşadığı yerlerle belirliyor. Bazı kadınlar hayatlarının dönemlerini yanlarında oldukları erkeklerle birlikte anarlar (babaevi gibi) oysa Füruzan’ın hayatının kilometre taşları kesinlikle eserleri. Özel hayatından hiç söz etmemesine rağmen, aşklarının izini sürmemize de izin veriyor. En büyük aşkı da 1950’lerin sonlarında yaşadığı aydınlanma, bu bölümde Füruzan’ın anlatısı doruğa ulaşıyor. Hayatına sanki bu dönemde iki aşk aynı anda giriyor. Biri zihninin aydınlanmasına, siyasi düşüncelerinin berraklaşmasına, diğeri de ruhunun zenginleşmesine yarıyor. Bu dönemi şöyle anlatıyor: “…benim düzenlediğim bir rastlantı ile başlayan derin değişim çok geniş düşünmeme neden oldu. Bütün dünyada olanları ışıklanmış bir netlikte görme başlangıcım o yıllarda başladı diyebilirim. Bellek kayıtlarımın tüm kapıları o zaman gerçekten açıldı.” Sosyalizmle tanışması, yoksulluğun nedenlerini düşünmeye başlaması, Füruzan’ın hayatında çok belirleyici bir rol oynuyor. Politik fikirlerinin olgunlaşmasıyla âşık olmasını iç içe anlatıyor Füruzan. Bu satırlarda “Sosyalizm insana en yakışır ütopyadır” gibi eşsiz derinlikte bir sözle başlayıp ardından insan sevgisine ve oradan da, bir iki paragraf içinde, konuyu aşka getirmesi, düşünceleriyle paralel gelişen duygularını çok güzel ifade ediyor. “Ben … vuran aşka çarpıvermiştim. İyi de oldu. İstanbul bambaşka oldu birdenbire. Kökten değişti sanki. (…) Âşıktım. İstanbul’un artan güzelliği şundan kaynaklanıyordu: çünkü o da bu kentte yaşıyordu. Olağanüstü bir şey. Aman yarabbim ne denli sarsıcıydı her görüntü.” Bu kısacık bölümde hayatının o yıllarda merkezindeki her şeyi, düşünsel, politik, duygusal, mekânsal, hepsini bir arada görüp, zenginleşmesini ve nedenlerini iyi anlıyoruz.
Metinde dikkat çeken bir şey, bazı konuların birkaç kez tekrarlanmış olması. Örneğin Ece Ayhan’la tanışması çok kereler başından başlayarak anlatılıyor, fakat bu tekrarlar kitaba ritim veriyor çünkü her seferinde başka bir konuyla bağlanıyor. Yine Ece Ayhan örneğini verirsek, bir seferinde eserinin yayınlanış hikâyesine bağlanırken bir başka sefer eleştirilere karşı tutumunu anlatan bir hikâyeye bağlanıyor. Dolayısıyla düşünce tekrarı değil, konuyu toparlayan tekrarlar bunlar. Ayrıca Füruzan’ın temel aldığı bazı noktalar olduğunu ve hayatını belirleyen anlara dönme gereğini de anlıyoruz. Aynı noktaya birkaç kez dönmüş olması, o anın ya da o hatıranın hayatındaki yerini anlamamızı sağlıyor.
Bulanık ama Net
En iyi otobiyografilerin hem bir nebze bulanık hem de içten olması gerektiğini düşünmüşümdür hep. Bazı şeyler anlatılmadığı zaman değerlidir, dile döküldüklerinde değerlerini hızla yitirmeye başlarlar. Ama içtenlik şarttır. Hem bulanık hem içten olmak bir paradoks gibi görünse de aslında yaşam öyküleri söz konusu olduğunda hiç değildir. Geride yaşam öyküsünün bıraktığı iz, detaylardan çok daha önemlidir. “Füruzan Diye Bir Öykü”yü okurken hemen herkesin tanıdığı ünlü yazar, düşünür ve sinemacı dostlarının anlatıda yer alış biçimi özellikle bu kitabın en hoş yanı. Büyük emek verilerek hazırlandığı belli olan bu kitabı özel kılan bir şey de içindeki güzel fotoğraflar. Özellikle çok güzel fotoğrafların konusu olmuş olan Füruzan’ı her yaşta, her giyim içinde izlemek ayrıca bir keyif veriyor okura. Hiç gülmeyen bir kız çocuğu olduğunu söylüyor ve çocukluk ve gençlik resimlerine görünce ona hak veriyoruz; fakat metnin sonunda yer alan (kitabın sonu değil) fotoğrafta en içten sıcak bir gülümsemeyle el sallıyor. Ve hatırımızda kalan da o görüntü oluyor.

(Bu yazı Dünya gazetesi kitap ekinde 4 haziran 2009 cuma günü yayınlanmıştır.)




Dün, 4 Kasım Salı, sevgili kardeşim Faruk Şüyün, Füruzan Diye Bir Öykü’yü getirdi. Faruk’un bu kitabı hazırlarken, bütünlerken nasıl çalıştığını, heyecanlandığını iyi bilenlerdenim. Çok güzel tasarlanmış (Sadık Karamustafa’nın tasarımı), tertemiz basılmış, nefis bir kitap. TÜYAP, 2008’in onur yazarı Füruzan’a duyduğu saygıyı kanıtlamış. Faruk Şüyün’ün büyük emeğiyle. 
Hemen belirteyim, özel bir kitap bu. Hepi topu 1000 adet basılmış ve bildiğim kadarıyla, satış dışı tutulmuş. Yani bir armağan kitap. Yakın gelecekte başka okurlarla buluşmasını diliyorum. Çünkü, Füruzan’ın anlattıkları büyüledi. Başka okurlar da büyülensin istiyorum. 
Füruzan geçmişe götürdü. Bana anlatmamıştı, çocukluğumuz aynı yerlerde kalmış, o yerler yitip gitmiş: Kadıköyü, Kurbağalıdere, Yoğurtçu Parkı, Moda, vapur iskelesi, Haydarpaşa, Fenerbahçe... Bugün sadece adları değişmemiş bu yerler, bu semtler, belleği bütün bir ışıltı olan Füruzan’ın anlatma gücüyle, Füruzan Diye Bir Öykü’de hayat buluyor. Geçmiş zamana ruh üflüyor yazar. 
Yalnızlığını özgürlükle alt eden bir çocuk. Daha baştan seçilmiş bir özgürlük, pahası besbelli ağır ödenecek. Füruzan Diye Bir Öykü’nün 105. sayfasındayım şimdi. Fakat hâlâ, daha başta, özgürlüğü, insanın ancak tek başına ayakta durabileceğini duyumsamış o kız çocuğuyla tartışıp duruyorum. Muhakkak ki, kitap bittikten sonra da tartışacağım. 
Faruk’un önsözünden alıntılıyorum: 
“Edebiyattaki başarısının yanında, hayattaki sağlam, dengede, hiçbir yere tutunmadan duruşu da vardı... Rüzgâra da, yağmura da, güneşe de direnebiliyordu. Dudaklarının kenarında bir gülümseme, hiç fark etmemiş tavrıyla olup biten ne kadar çok şeyi algılıyordu. (...) Çok sevdiğim, görüşlerine her zaman değer verdiğim, inandığım bir yazar dostum sohbetlerimizden birinde bahsettiğim duruşunu kastederek, ‘Ben hiçbir zaman onun gibi olamadım’ demişti özlem dolu bir sesle...” 
Faruk’un hakkımdaki önemseyişlerini inkâr edeyim. Fakat o kişinin benden başkası olmadığını söylemeliyim. Bu yaz sonu, akşamleyin, Yakup’un terasında konuşuyorduk. Füruzan’ın 1960’lardan günümüze edebî ve kişisel tutumundan etkilendiğimi söylemiştim. Gündeliğin hep dışında kaldı o, birçoğumuz gündeliğin yavanlığında, bayağılığında sönerken. 
Füruzan Diye Bir Öykü, bir yandan da alıp gençliğime götürdü. Üç aşağı beş yukarı aynı çevreler, aynı yol alış, yol arayışlar. Füruzan hatırlıyor; ben hiç unutmadım: Papirüs’ün yönetim yerinde tanışmıştık. İkimiz de Cemal Süreya’ya öykülerimizi getirmişiz. İkimizin öyküsünün de adı, Güzide Sabri’den esinli, ‘Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi’. Kaprissiz, alçakgönüllü Füruzan’ı o an yakalıyorum: “Ben ismini değiştiririm...” Onunkisi ‘Piyano Çalabilmek’ oluyor, çok sevdiğim bir Füruzan öyküsü. Ben de ‘Duyarlık’ yapmıştım. Dilerim bir gün ikimiz de yazarız yeni ‘Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi’ni... 
135. sayfada, bu kitapta yer alsın diye yazdıklarım: 
“Yeni Dergi’de ve Papirüs’te kendisini Füruzan kılacak ilk hikâyelerini yayımladığı zamanlardan başlayarak, Füruzan, edebiyatsever kuşaklar üzerinde derin bir etki bıraktı. Bu öylesine derin bir etkiydi ki, insan bugün de, onca yıl sonra, Füruzan öykülerini aynı acıyı duyarak yaşıyor. Çoğu yapayalnız bırakılmış kişiler, kırık umutlarda, küçücük dayanışmalardan bir gelecek arıyorlardı. 1970’lerden 2010’lara Füruzan’ın kaleme getirdikleri iyileşmedi, hep aynı acı yaşanıyor. Acıyı en çok hissedenlerden olduğu için Füruzan’a bir okurunun gönül borcu bu satırlar. Hiç dinmedi bende acısı.” 
Özellikle ‘İskele Parklarında’yı hatırlayarak yazmıştım. Galiba o zamanki Yeni Gazete’de yayımlanmıştı öykü. Hava kararıyor, ağustos akşamı sona eriyordu. Kalakalıyordunuz, o ana kızın macerasında! 
Ama Kırkyedililer’i, Gecenin Öteki Yüzü’nü unuttuğum sanılmasın. 
Füruzan Diye Bir Öykü’de aşka dair söylenmiş sözler, o bölümler, çok farklı bir yaşamöyküsünü belgeliyor. Bana öyle geliyor ki, hayata da aynı siyah dinginliğin perspektifinden baktı Füruzan. 
radikal kitap
  Salih Zeki Çavdaroğlu    26 Aralık 2008 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder