17 Ekim 2015 Cumartesi



Hazırlayan: Faruk Şüyün
TÜYAP Yayını, 2013


'Amacım uygarlık kavgasına katkı sağlamak'
Hürriyet, Fotoğraflar: Muhsin AKGÜN1 Kasım 2013


'Şaşırtıcı bir sürpriz oldu'

32’nci Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Prof. Taner Timur'un yaşamı ve çalışmaları hakkında yazılı kaynak hiç yok. Faruk Şüyun, fuara özel hazırladığı ‘Bugünden Geçmişe, Geçmişten Geleceğe/ Taner Timur’ başlıklı nehir söyleşi kitabıyla mühim bir boşluğu dolduruyor. İşte Taner Timur’u daha iyi tanımaya yardımcı olacak kitaptan özel bir seçki...


ONUR YAZARLIĞI ŞAŞIRTICI BİR SÜRPRİZ

Onur Yazarlığı’nı bekliyor muydunuz, sorusuna şöyle yanıt veriyor Taner Timur: “Aslında beklemiyordum, hiç beklemiyordum hattâ. Şunun için: Bildiğim kadarıyla daha çok sanat, edebiyat ağırlıklı seçimler yapılıyordu. Kimileri de benden daha tanınmış, popüler olan isimlerdi... Ama tabii güzel bir sürpriz oldu, onur verici bir sürpriz oldu.”

BABAM HAFIZDI AMA SONRA DİNDEN UZAKLAŞTI

 
Sivas’ta, 1935 yılı Ekim ayının 7’sinde dünyaya gelmişim. Adımı dayım koymuş, tanyeri ağarırken doğduğum için “Taner olsun!” demiş... Kendisi o tarihlerde genç bir deniz subayıydı(...) Babam aslında Diyarbakırlı, fakat genç yaşlarda oradan kopmuş. Bunları öğrenebileceğim yıllarda hep yatılı okullarda okuduğum için bu konuları çok konuşmak fırsatı olmadı. Zaten sormazdım da, o da anlatmazdı. Fakat şu kadarını hatırlıyorum: Babam, hayatı hep okumakla geçmiş bir adamdı. Hayalimde penvere kenarındaki yerinde oturmuş, devamlı okuyan bir adam olarak canlanıyor hep... Yüksek tahsili yok, okuyamamış, çok dindar bir çevreden geliyor. Hattâ onu çok genç yaşlarda hâfız yapmışlar. Keran’ı ezberletmişler... Fakat anlamadığı bir metni ezberlemek kendisini tatmin etmemiş, hattâ bu tarz bir din anlayışından uzaklaşmış, öğretmen olmuş.

ANNE TARAFIM AÇIK FİKİRLİ İNSANLAR


Annem İffet (Ögel) aslında Elazığlı’ymış, ama çocukluğundan itibaren yaşadığı ortam İstanbul. Erenköy Kız Lisesi’nde okumuş. Bir rastlantı çok erken öldüğü için ondan duyamadığım bir şeyi öğretti bana: Yıllar sonra devrim tarihiyle ilgili çalışmalar yaparken devletin bastığı resmi devrim tarihi kitaplarından birinde annemin resmini gördüm. Hani harf devriminden sonra Latin alfabesini öğretmek için Millet Mektepleri kurulmuştu, onunla ilgili bir fotoğraf. O da o okullarda öğretmenlik yapmış, resimde elinde tebeşir ders anlatıyordu. Anneannem, annem, dayım (Ögel’ler) son derece açık fikirli insanlardı.

NİÇİN SİYASAL?
 

İki nedenle: Birincisi Ankara Siyasal o sırada en gözde fakültelerden biri idi. Ben de üniversitede kariyer yapmak arzusu doğmuştu. Edebiyat veya felsefe eğitimi almak aklımdan geçmiyor değildi, fakat o fakültelerde asistan olamazsanız öğretmen oluyordunuz, açıkçası ben, babam gibi öğretmen olup taşra şehirlerinde dolaşmak istemiyordum. Siyasal ise toplumbilimleri öğreten bir kurum olarak tecessüslerime yanıt veriyordu. Üstelik -ikinci neden- burs alarak babama yük olmama şansım da vardı. Bu yüzden lise son sınıfta matematiğim çok iyi olduğu halde edebiyat bölümüne girmiştim.

‘TANER, BOŞUNA ZAHMET ETME’


Ben 1958’de fakülteyi bitirdim. Asistan olmak istiyorum. Aslında uluslararası ilişkiler bölümünde (o zaman adı ‘Siyasi Şube’ idi) okumuştum ve bizim bölümden çıkanlar Dışişleri Bakanlığı sınavlarına giriyor, genellikle de kazanıyor, hariciyeci oluyorlardı, fakat benim o taraflarda bezim yoktu. Oysa görünürde bir asistanlık sınavı da yoktu. O zamanlar asistanlık için şöyle bir kanı vardı: daha öğrenciliğinde temayüz etmiş öğrenciler, ilgi duydukları bilim dalının hocasıyla anlaşırlardı ve bu durumda sınav da bir formalite haline gelirdi (...) sınıf arkadaşım olan rakibim, hocayla anlaşmıştı, hattâ bana da “Taner, boşuna zahmet etme!” gibilerinden sözler söylemekte sakınca görmüyordu. Neyse ki zahmet edip sınava girmişim! (...) sonunda sınavı kazanamadım, ama ‘kendimi göstermeyi’ başarmıştım. Jüride tartışmalar olmuş, sonunda beni başka bir kürsüye tavsiye etmeye karar vermişlerdi. Bu çok önemli bir sonuçtu. En sevdiğimiz hocalardan Bahri Savcı da bizim kürsüye alalım demiş, neyse ‘taktiğim’ başarıya ulaşmıştı, kısa süre sonra yeni bir sınav açıldı ve ben 1959 başlarında Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim kadrosuna anayasa asistanı olarak katıldım.

ANAYASA HUKUKUNDAN TARİHE


O günlerde (1960’ların başı), tam da bu günlerde olduğu gibi bir anayasa fetişizmi içindeydik, yeni yapılacak bir anayasaya sokulacak birkaç maddeyle her türlü sorunun çözüleceği sanılıyordu. Bu fetişizmden kurtulmaya çalışan genç bir araştırıcı olarak tam da aradığımı bulmuştum. Prof. Lambert, Marksist bir düşünür değildi, fakat analizleri tarihi maddeci açıklamalara paraleldi. Bu tabii çok sonraları yaptığım bir değerlendirme, yoksa Yön Dergisi’nde Lambert’in Latin Amerika’yla ilgili analizlerini tanıtan yazıyı yazarken bunun pek farkında değildim. Yön Dergisi ülkeyi devrime doğru yönlendirmeye çalışırken beni de anayasa hukukundan siyaset bilimi, sosyoloji ve tarihe doğru yönlendirdi.

BABAMIN RÜYALAR ÜLKESİ’NE YOLCULUK
 

Hayatımdaki asıl önemli gelişme Rockefeller Vakfı’ndan bir burs temin ederek 1962’de Fransa’ya gitmem oldu. O sırada bu Vakıf Türkiye’de genç araştırıcılara burslar veriyordu. Benden önce de Mehmet Selik, Mete Tunçay gibi arkadaşlarım aynı burstan yararlanmıştı. ABD’ye gitmek diye bir zorunluluk da yoktu (...) Babamın hayalindeki “rüyalar ülkesi”ne bir burs kazanmıştım, az sonra da yol hazırlıklarına başladım (...) Quartier Latin denilen ünlü akademi mahallesinde bulunan merkezi binadaki doktora kurlarına serbest dinleyici olarak kaydımı yaptırdım. Kendi seçtiğim kurları takip edecektim. Bu arada Sorbonne’un lisans programında da ünlü bazı profesörlerin kurlarını izlemeye başladım. Doktora kurlarında Prof. Duverger’nin, sosyoloji lisansında ise Raymond Aron’un kurları en muntazam izlediğim kurlar oldu.

ADIM ‘DEVRİM TARİHİ HOCASI’NA ÇIKTI


Ben de askere giderken tezimi tamamlamış ve teslim etmiştim. Adını da, tumturaklı bir şekilde, ‘Türk Devrimi: Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli’ olarak koymuştum. Daha sonra jürideki Prof. Nermin Abadan bana, Prof. Tunaya’nın tez hakkında uzun uzun konuştuğunu söyledi. Anladığım kadarıyla Kemalist dönem hakkında kullanmış olduğum serbest ifade Tunaya hocayı biraz rahatsız etmişti. Tez ittifakla kabul edildi (...) Aslında yazdıklarımda pek de özgün bir taraf yoktu, Tanzimat’ın hukukta, siyasette, eğitimde vb. yarattığı ‘ikilikler’ çok yazılmış, Dr. Adnan Adıvar da çok daha önce Kemalist pozitivizmi eleştirmişti. Fakat tespitim doğru idi. Yıllarca sonra Samuel Huntington’un ünlü kılacağı ‘uygarlıklar şoku’n, Türkiye açısından ben ‘kültür ikileşmesi’ olarak daha 1968’de tespit etmiştim. Fakat ortaya koyduğüum eser, referans çerçevesi ve kaynaklar açısından özlenir düzeyde değildi. Yine de sentetik denemem okundu ve olumlu yankılar yaptı. Daha sonra, kitaptaki Osmanlı tarihiyle ilgili açıklamalarım bana hayli yüzeysel göründüğü için onları çıkarıp tek parti dönemiyle ilgili kısmı genişlettim. Yeni okumalarımla Devrim’in sınıfsal analizini de yapmaya çalıştım. Böylece ortaya çıkan yeni kitabı da ‘Türk Devrimi ve Sonrası başlığıyla yayımladım. Bu kitap daha sonra okuttuğum Devrim Tarihi derslerinde temel teşkil ettiği için, adım yıllarca “devrim tarihi hocası” olarak anıldı.

‘GİDİP DE GELMEMEK VAR’
 

Ben Evren’in ilk konuşmasını dinledikten sonra artık üniversitede bizim gibi sol düşüncede olanlara yer kalmadığını anlamıştım. Bu durumda en iyisi belki de hemen istifa etmek olacaktı. Öyle 12 Mart’ta olduğu gibi aramalar, gözaltına alınanlar, tutuklamalar yoktu, fakat bu kez parlamento feshedilmiş, tüm siyasal partiler kapatılmış, ülkenin kaderi beş generalin eline teslim edilmişti. Aylardan beri, yüzden fazla tur yapıp da bir Cumhurbaşkanı bile seçemeyen milletvekilleri tatile gönderilmiş, liderleri de Hamzakoy’da ‘koruma’ altına alınmıştı! Her an her şey olabilirdi. 12 Eylül’ün 12 Mart’tan çok daha planlı bir haraket olduğunu belliydi. Eşim de, “dikkat et, gidip de gelmemek var!” diyor, istifa etmemi istiyordu. Hayli düşündüm, ben de aynı kanıya vardım ve Fakülte’ye bir istifa mektubu yolladım (...) Fakültemden kopmuştum, ama çalışma şevkim aynen devam ediyordu. Zaten Paris’te de bir çalışma düzenim vardı. Her sabah çocukları okula bırakıyor, sonra işe gider gibi Milli Kütüphane’ye gidiyor, akşamları dönüyordum.

MUHBİRLERLE TARTIŞILMAZ

 

Kitabım (Türkler ve Ermeniler), uzun makale halindeki baskılar da sayılırsa beş baskı yaptı. Başlangıçta Agos dışında hakkında yazı çıkmadı. Agos’un yazısı çok olumluydu. Daha sonra da Hrant Dink’le Tarih Vakfı’nın bir toplantısında karşılaştık, bana toplantıya benimle tanışmak için geldiğini söyledi. Hakkında defalarca yazıldığı gibi, son derece sıcak, içten, sempatik bir insandı. Haunharca katledilişinden duyduğum üzüntüyü anlatamam. 1915’te yaşamıyorduk, fakat insanlık düşmanları hâlâ aramızda dolaşıyordu. 1915 ve Sonrası: Türkler ve Ermeniler başlıklı kitabımın son baskısında bu menfur olaydan da söz ettim. Bu kitap hakkında sonraları basında olumlu yazılar çıktı. İhbar nitelikli yazılar da oldu, yanıt vermeye gerek görmedim, muhbirlerle tartışma yapamazsınız.

AMACIM UYGARLIK KAVGASINA KATKIDA BULUNMAK


Türkler ne Müslümanlığı, ne milliyetçiliği, ne liberalizmi, ne de sosyalizmi icat ettiler. Bunların hepsi de dışarıdan geldi. Sadece Türkiye’yi incelemek bize Türkiye gerçeğini öğretmez, daha da kötüsü Türkiye dışına kuşkuyla, kaygıyla bakmamıza yol açar. Yapılacak şey Batı’dan ‘felsefe’ ithal etmek değildir, hayali bir ‘Doğu-Batı sentezi’ peşinde koşmak hiç değildir. Yapılacak şey, günümüzde ‘Batı’ adı altında toplanan çelişkiler yumağına bilimsel ve eleştirel yöntemle yaklaşmak, Türkiye’yi bu büyük resim içinde kavramak ve uygarlık kavgamızı da halk güçleriyle, fakat küresel dayanışma olanaklarını da ihmal etmeden yürütmektedir. Ben, bilimsel çalışmaları da bu kavganın bir parçası, hem de önemli bir parçası olarak görüyorum ve tarih, toplum bilimleri ve felsefe alanındaki çalışmalarımda, kendi olanaklarım dâhilinde, bu kavgaya katkıda bulunmaya çalıştım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder