17 Ekim 2015 Cumartesi



Oğlak Yayınları




Kitap Adı
:
Bir Arkeoloji Detektifinin Maceraları
Barkod
:
9789753297080
Basım Tarihi
:
2010-11
Sayfa
:
144
Boyut
:
135-215
Kapak Türü
:
Karton
Kağıt Türü
:
2. Hamur
Dil
:
Türkçe

Basım Yeri
:
İstanbul

Her antik kent, onun için, taşını toprağını sakladığı binlerce hayatın tuttuğu günlük adeta... O günlüğün sayfalarına dokunmak, okumaya çabalamak, anlamayı; yorumlamayı denemek hanidir onda bir tutku...
İşte bu tutku onu dağ bayır, antik kentten antik kente sürükleyen! Meslek icabı kendisi bildiğiniz gibi bir kültür vakanüvisidir; bulduğu, keşfettiği en ufak izi bile gazete sayfalarına döküyor yıllardır...
Ve bugün bir kitabın sayfalarına...
İki binli yılların başında Allianoi, Nemrut, Erythrai, Zeugma ve diğerleri... ne durumdaydı, tarihe not düşmek için...
Merak edenlere!
Nermin Sayın





Faruk Şüyün, adeta görünmez bir kahraman olarak otuz yılı aşkın süredir Türk edebiyatına emek verdikten sonra nihayet geçen yıl yazılarının gazete ve dergi sayfalarında unutulmasına gönlü razı olamayan yayıncısı sayesinde kitaplarıyla da tanındı. Bu sayede bizler de Faruk Şüyün’ün özenle gizlediği bilmediğimiz yönlerini öğrenmeye başladık.

Bir Arkeoloji Detektifinin Maceraları’nda (Kasım 2010, Oğlak yay.) Faruk Şüyün’ün arkeolji tutkusuna tanık oluyoruz. Faruk Şüyün, 52 haftanın en az ellisinde 1-2 günlüğüne de olsa gezilere gider. Tüm boş zamanlarını yollarda harcar, onları kıymetli hale getirir. Kitapta, bu gezilerin önemli bölümünü oluşturan Türkiye’deki arkeoljik yerlere seyahatlerinin öyküleri var.

Şüyün’ün 1990’larda başlayan, 2000’li yıllarda bir tutku halini alan arkeolojik yerleri, antik kentleri ziyaret etme tutkusunun yazıya dökülmüş öykülerinden oluşuyor Bir Arkeoloji Detektifinin Maceraları. Faruk Şüyün, çoğunu birden çok kez ziyaret ettiği arkeolojik alanların yıllar içinde geçirdikleri değişimleri yazıya dökerken kitaba adını veren “detektif” merakıyla onların hikayelerinin peşine düşüyor. Tapınakların, tanrıların, mitolojik kahramanların öykülerini öğrenmeye, gizlerini çözmeye çalışıyor. Edebiyatın tadını kaçırmadan ve lafı uzatmadan küçük bilgiler veriyor, onları fotoğralarla destekliyor ve kafamızda oluşmaya başlayan görüntünün netleşmesine yardımcı oluyor. “Taşla toprakla işim olmaz” diyen benim gibileri bile antik kentlere yolculuğa özendiren, konuyla ilgili okumalara yönlendiren bir kitap Bir Arkeoloji Detektifinin Maceraları. 

Metin Celal, 14.12.2010



Yıllar içinde ilerleyen bir arkadaşlığım var Faruk’la. Bu kitap, bilmediğim bir bakış açısını öğrenmeme neden oldu. Gezmeyi nasıl sevdiğini bilirdim de, bu gezilerdeki meraklı ruhunu, özellikle de arkeolojiye ve tarihe meraklı ruhunu nasıl beslediğini bilmezdim. Arkeolojiye, profesyonel olmayan okurla aynı mesafeden bakan bu kitap, adı geçen bölgelere giderken kesinlikle çantama atacağım bir kitap olacak.
Yekta Kopan




'Lanetlenince' 
arkeoloji dedektifi oldu


1993'teki bir arkeoloji gezisinde antik tanrılar tarafından 'lanetlenen' Faruk Şüyün, o günden beri arkeolojik alanları bir dedektif gibi dolaşıyor. Gezip gördüklerini, polisiye hikayeler ile gezi yazısının birbirine karıştığı 'Bir Arkeoloji Dedektifinin Maceraları' kitabında anlatıyor.


Amerikalı bir dolar milyarderinin kendi mezarı için Türkiye'de lahit aradığını duymuş muydunuz? Buralardaki arkeolojik bölgelerde çekilip kendisine gönderilen fotoğrafları tek tek değerlendirdiğini, birini beğendiğini ve tonlarca ağırlıktaki lahdin helikopterle kaldırılarak Amerika'ya gönderildiğini? Zamanının önemli bir kısmını arkeolojik yerler arasında mekik dokuyarak geçirenler açısından, Indiana Jonesvari bu tür hikayelerden yüzlercesini duymak elbette şaşırtıcı değil. Faruk Şüyün'ün yaşadığı gibi... 
Kendisi bir gazeteci. Uzun bir zamandır Dünya Gazetesi'nin sanat sayfasının editörlüğünü yürütüyor. 2005'ten bu yana yaptığı diğer bir iş, Beşiktaş Belediyesi'nin himayesinde düzenlediği, ünlü isimleri konu edinen Ustalara Saygı gecesi. Şüyün'ün, 1993 yılında bir gün 'lanetlendiği için' başladığını söylediği en büyük merakı ise arkeoloji... O 'lanetli' günden beri bu arkeolojik kazı senin, şu arkeolojik keşif benim demeden dolaşıp duruyor. Bu yolculuklarını, gizemin eksik kalmadığı, polisiye bir hikaye ile gezi yazısı arasında gidip gelen bir anlatımla bugünlerde kitaplaştırdı. Oğlak Yayınları'ndan çıkan kitabının adı ilgi çekici; 'Bir Arkeoloji Dedektifinin Maceraları'.
- Arkeoloji merakınızın kaynağı nedir? Ne zamandır 'iz peşindesiniz'?       
1993'te Ege'deki antik kentlere yaptığımız bir yolculukta, taştan harabelerin, görkemli mermerlerin arasında dolaşırken 'Neden buralara geldik ki, görecek ne var? Hep çer çöp!' diyerek şikayet edip durmuştum. Söylediklerimi heykelinin altından geçtiğim bir antik dönem tanrısı işitmiş olmalı ki beni lanetledi, cezalandırdı ve sonsuza dek arkeoloji tutkunu olmaya mahkum etti... 
- Arkeoloji ve dedektiflik kelimeleri bir araya gelince aklımızda Indiana Jones hikayeleri canlanıyor. Sizin için de böyle midir? 
Öğrenme, keşfetme merakı insanı esir alınca arkeolojinin tanımı 'büyük bir tutku' olabiliyor. Düşünsenize, binlerce yıl öncesine bir yolculuk yapıyorsunuz, yani başka çağlara ışınlanıyorsunuz ve oradaki yaşamı gözlemlemeye çalışıyorsunuz. Küçücük ipuçlarından görme imkanınızın olmadığı bir dünyayı hayal ediyorsunuz, kafanızda resimlerini çizmeye gayret ediyorsunuz. Bir dedektiflik gibi! Bundan daha büyüleyici bir şey olabilir mi?
- Gizemlerle dolu bir dünya mı kurarsınız genellikle? 
Benim arkeoloji tutkumun bir 'lanet' sonucu başladığını söylemiştim ya... Böyle lanetlerin varlığından Afyon Arkeoloji Müzesi'ne bir yolculuğumda haberdar olmuştum. Yüzü bir mumyaya benzeyen yaşlı bekçi, 'Bu müzede lanet yayan heykeller ve yazıtlar var, onları sergilemiyoruz kimseye zarar vermemeleri için' demişti. Alın işte bir Indiana Jones hikayesi! 70 bin noktadaki 10 binlerce öyküden yalnızca birisi.

EFSANELER DE KİTAPTA
- Bu tür söylentilerle, efsanelerle, define hikayeleriyle çok karşılaşır mısınız? 
Ülkemizdeki antik noktaların altında yatan kalıntılar o kadar değerli ki, dünyanın dört bucağındaki antika meraklıları onların peşindeler. Onları ele geçirmek için de her şeyi göze alabiliyorlar. Böyle olunca da söylentiler çok oluyor tabii ki... Kitapta bunlar hakkında duyduklarıma da elbette yer verdim. 
- Kitabınızda aktardığınız gezileriniz  için özel bir seçim söz konusu mu? 
İnsan arkeoloji dedektifliği yapınca, özel seçimlerden çok antik noktalara gitmek için çıkan her fırsatı değerlendirmek istiyor. Kitapta da okuyacağınız gibi hikayelerin iyisi-kötüsü yok. Çoğu gün yüzü görmemiş, hiçbir romanda, kurmacada bulamayacağınız etkileyici öyküler.

Görkemli Efes'i değil mütevazı Çatalhöyük'ü gezmek güzel
- Kitapta Efes gibi görkemli yerlerden çok, Çatalhöyük gibi iddialı bir görünüşe sahip olmayan kalıntılardan etkilendiğinizi yazmışsınız... 
İnsan genç yaşlarda her türlü müziği dinler... Sonraları, yavaş yavaş müzik zevki gelişir, rafineleşir ve daha 'kaliteli' eserlere ilgi duymaya başlar. Benim arkeoloji dedektifliğim de öyle rafineleşti. 1993 yılından beri hemen her sene uğramaya çalıştığım Konya'daki Çatalhöyük, benim dedektif ruhumu en çok tetikleyen tarihöncesi kentlerden biri oldu. Oraya ve onun gibi yerlere, örneğin Şanlıurfa'daki Göbeklitepe'ye her gittiğimde, dünya medeniyetinin doğumuna ilişkin yeni öyle varsayımlarla karşılaşıyorum ki onları tercih etmekten başka çarem kalmıyor. 
- Efes onların yanında sönük mü kalıyor? 
Biraz öyle. Bu nedenle görkemli mermerleriyle Efes kenti ve benzerleri beni artık pek ilgilendirmiyor. Görüneni değil, görünmeyeni araştırıyorum. Gidenleri hayal kırıklığına uğratan tarihöncesi kentlerle haşır neşir olmaktan daha çok keyif alıyorum. Örneğin, Troya'nın görkemli duvarlarını günümüz New York'unun gökdelenleriyle kıyaslamayı hayal etmenin, 'Troya, binlerce yıl öncesinin New York'uydu' demenin keyfi başka oluyor.

EYÜP TATLIPINAR

Akşam Gazetesi



Bir Arkeoloji Dedektifinin Maceraları (1)

Faruk Şüyün’un inceliklerle ve özenle bezenmiş bir kuyumcu işçiliği kıvamındaki “Bir arkeoloji dedektifinin maceraları-1” (*) kitabını okurken, şimdilerde örneğine pek ender rastladığımız yıllar öncesinden kopup gelen bir anı/duygu selini yeniden yaşadım.
Bergama’dayız. 1960’lı yılların sonu. 68 veya 69 olabilir. Evde konuğumuz var. Babam bütün konuklarına gösterdiğin özen ve saygıdan daha fazlasını gösteriyor yeni konuğuna. Kendisine çok önem verdiği ses tonundan belli. Zaten çoğunluğu Fransızca olan kütüphanesinden bir kitabı alarak kitap üzeriden derin ve hararetli bir sohbete giriyorlar. Aralarında Akropol, Asklepion, Zes Altarı, kazı, arkeoloji kelimelerinin geçtiği hararetli tartışma gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyor.
Konuğumuz bir İstanbul beyefendisi kibarlığıyla, özellikle tarihi eser kaçakçılığı, yeni arkeolojik bulgular ve Bergama gerçeği ile ilgili sanki Üniversitede ders veriyormuşçasına son dereci ciddi, bir o kadar da alçakgönüllü kimliğiyle çocuk kalbimde derin izler bırakıyor.
Konuğumuz evimizden ayrıldıktan sonra bu zerafeti yüksek, incelikli ve bilge adamın adının Prof.Ekrem Akurgal olduğunu öğreniyorum.
İlk kez bu sohbet sırasında arkeoloji gerçeğiyle bu denli yoğun bir gün yaşadım diyebilirim. Sonraları Akurgal hocanın, Bergama atasözü olduğunu söyleyerek belleğime kazıdığı şu üç kelimelik tümce ömrüme rehber oldu diyebilirim.
“Taş Yerinde Ağırdır”
Yıllar sonra bu atasözü bir şiir olur çıkıp gelir Allianoi Venüsü’ne adanan;
“bir taşı kaldırırsan eğer/ait olduğu topraktan/büyük bir yalnızlık düşer/taşın ait olduğu boşluktan/boşluktaki yalınayak ayak izleri/bu yüzden uyutmaz geceleri/taşın geleceği ile oynayan/kirli elleri.
Hayatımızın hangi döngüsünde olursak olalım hep bir macera bizi çekmez mi kılcal damarlarından ömrümüzün. Hep bir sığırcık kuşu kanatlarının arasında sakladığı zeytin tanesinde büyütmez mi macerasını aşklarımızın?
İşte öyle büyütüyor Faruk Şüyün da gizemli macerasını arkeoloji aşkını kollarında. Aşka dönüşen bir tutkunun nasıl doğduğunu, ilk kıvılcımın nasıl kalbinde yandığını şu sözlerle paylaşır ”Bir dedektifin öyküsü” önsözünde; “O günlerden yıllar sonra Afyon Müzesi’ni gezerken bir mumya kadar yaşlı bekçinin, ”burada lanet okuyan heykeller ve yazıtlar var ama onları sergiye çıkarmıyoruz” sözleri zihnimde bir ışık yaktı. İşte o gezideki antik kentlerde, böyle bir heykelin ya da yazıtın önünden geçmiş olmalıyım ki, “bedduası” beni bir arkeoloji tutkunu yapmıştı!”
İşte bu tutkudur ki bir taşın ağırlığını ait olduğu yere ulaşma ve taşın ait olduğu topraklarda onu içtenlikle yaşatma savaşını vermektedir açıkça. İlk bakıldığında bir özel ilgi alanın tarihsel bir gezi coğrafyasının rehberi gibi algılasa da okuyucu, asıl macerayı derinlerde bir yerlerinde gizliyor usta kalemiyle yazar.
Bu da sanatçı/edebiyatçı gözüyle arkeoloji kültürünün yeniden yaratılmasına ve yorumlanmasına neden oluyor. Bir anlamda genç arkeoloji dedektiflerine bir rehber niteliğinde.
“Yoz” kentsel değişimlere tanık oldukça acı çektiği mekânları teğet geçerek sürdürür yolculuğunu yazarımız.
Bir kültür mozaiğinin minik parçalarını özenle yerli yerine yerleştirirken, Şanlıurfa’da “dünya medeniyetinin doğumuna dair bütün varsayımları sarsacak bilgileri barındırdığı söylenilen Göbeklitepe’ye yaptığımız yolculuk” bizi elinden tutar gizlice ve Ana tanrıça kenti Metropolis’in İÖ 3.yüzyılda yapılan Akporol’ün tapınağının yerinin gizemine götürür.
Derken çocukluğumuzun Paşa Ilıcası’na, günümüzün su perisinin gökkuşağı yuvası Allianoi’ye düşer yolunuz. Genç Helenistik Roma ve özellikle Genç Roma çağına ait tarifsiz etkileyici güzellikteki objeler şimdilerde sular altında nefes almayı beklerken, Pergamon’un sonsuz derin ve gizemli yolculuğunda bulursunuz düşerinizi.
Elinizde sonsuz büyüteç, derinliklerine, yalnızlıklarına dalarsınız bir yandan güzel atlar ülkesi Kapadoya’nın, bir yandan Telmessos’un acı bir aşk hikayesini dinlerken karşınıza çıkacaktır 2000 yıl öncesinin kitap koleksiyoncusu Teos.
Tanrıların izin verdiği kadar güneşin batışını izlediğiniz Nemrut’ta Zeus’un nefesi ezgi olur. Bozcaada’da Homeros’la ayaklarınızın dibindeki suların şıpırtıları, denizden bir fısıltı gibi esen rüzgâr, henüz uykusunu alamamış sizi, düşlerin dünyasına taşır.
Çanakkale’ye düşer yolunuz. Sizi karşılayansa “kör ozanın söylediği kent: Troya”
Kör bir ozan anlattı bunları/Atların da ruhu vardı Troya önünde/Ta Hades’ten duyulurdu kişnemeleri/Atsız bu kişneme ölüleri ürpertir/Köpeği deliye çevirirdi//Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi/Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan
Bir rüya kuyumcusunun izleğinden, açık denizlerin, dağların arkeoloji dedektifinin maceralarını ilgiyle ve keyifle biraz da bulutların ardından izlemenizde kesin yarar var.


Halim Yazıcı



Derya içre olup da...

KORKUT AKIN, Radikal Kitap 

Deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz, diyor ya şair… Gerçekten öyleyiz, altımızda bir derya var ve biz(ler) bu deryayı tanımamak, öğrenmemek için bin dereden su getiriyoruz. Umarız ve bekleriz ki Faruk Şüyün’ün ‘Bir Arkeoloji Detektifinin Maceraları 1’ bu gidişe bir ‘dur’ desin ve hepimizin gözlerini açsın... Faruk Şüyün, nedense yazdıklarını bir araya toplamayı geciktirmiş, dolayısıyla da okurunu beklemekten usandırmış bir yazar. Öyle akıcı, öyle çekici, öyle sıcak anlatıyor ki, insanın zihninde canlanıyor anlattıkları. Dünya gazetesindeki Odak köşesinde yazdıklarından toparladığı ‘Beklemek ve Ummak’ da bir çırpıda okunan, okundukça keyif veren, etkisini uzun süre bellekte taşıtan bir kitaptı. ‘Bir Arkeoloji Detektifinin Maceraları 1’ de öyle. 
Bir geziye, dolayısıyla da yazıya hazırlanırken Faruk Şüyün’ün ayrıntılı bilgiye ulaşmak için nasıl çaba harcadığını nasıl titizlendiğini bilen biri olarak hayranlığımı belirtmeliyim. Önce arkeolojik geziye katılanları etkileyecek konuyu bulur, iyice benimser, sonra da onu ilgi çekici bir öykü haline getirir… Dolayısıyla da tüm katılımcılar bir karış açıkağızla o ilginç öyküyü dinlerler. Rehberin anlattıklarını, doğal olarak kaçırırlar ve akşam, bu kez Faruk Şüyün’ün tatlandırdığı haliyle yeniden dinlerler. 

70 bin tarihi merkez 
“Havva anan dünkü çocuk sayılır” dese de Ahmed Arif, hiçbir etkili, yetkili kulak vermediği için bu kültürler beşiği Anadolu’nun kıymeti hala bilinemez. 40 bine yakın yerleşim merkezinde 70 bini aşkın tarihi ve kültürel merkez bulunduğunu ben de Faruk Şüyün’den öğrendim. Amerika’nın tarihi ne ki, şunun şurasında 500 yıl, ama 18 bin dolayında müzesinin bulunduğunu bilmek gerçekten dudak uçuklatıyor. Tarih ve kültür hazinesi bizdeyse sadece 200. Evet, yanlış okumadınız iki yüz adet müzemiz var. Özelleri de katarsanız 300 oluyor. 
Bilirsiniz işte, eğer kaypaklık yaparsanız, çıkarınız uğruna ilkelerinizden ödün verirseniz –bir zamanlar daha çok kullanılıyordu- oportünist derler. Sevgili Faruk açıklıyor nereden kaynaklandığını: Hattuşa yaklaşık İÖ 2000 yılından bu yana var. Hattuşa’ya ‘Bin Tanrılı Kent’ denmesinin nedeni de, savaştıkları kabilelerin ‘tanrı’larını da kendilerininkinin arasına katarlarmış; ola ki gazabı ucundan bucağından kendilerine bulaşır diye. Bir dedektiflik de size yaraşır hani… İlk fırsatta yolunuzu Çorum yakınlarına düşürmenizi biz de isteriz. Bunun bir yararı daha olacaktır, çünkü tarihin insan haklarına ilk saygılı topluluğudur Hititler. Ceza hukuku başta olmak üzere aile hukuku çok gelişkindir. Kadınların ve kölelerin de hakları belirlenmiş ve verilmiştir. Bugün ile kıyaslamanızı ne ben isterim ne de yazarın isteyeceğini sanırım. Çünkü aradan geçen bunca yılın hiçbir ‘hukuk’u kalmaz sonra. 

Fındıkla fıstığın buluşması 
‘Siyah gül’ünü anlatıyor yazar Halfeti’nin; hani şu başka yerde bitmeyen, açmayan ünlü ‘siyah gül’ü. Halfeti’nin simgesi… 
Şimdi sevgili yazarımız kulaklarını tıkasın ki bir ek de biz yapalım. Halfeti öyle bir yerdir ki çok su seven fındık ile hiç su sevmeyen fıstık bir arada, kardeş kardeş büyürler yan yana, meyve verirler. Fırat’ın suları sadece halkların değil bitkilerin de kardeşliği, barış içinde bir arada yaşaması için akıyor ilk günden beri. Fırat ile Dicle, türküdeki gibi kardeşliğe, birleşmeye akarken, geçtikleri topraklara can, yaşam verirken buraların sular altında kalmasına sessiz kalmak aslında suça ortak olmaktır. İşte, GAP’ta verimli toprağın sürüklenişi, yazarın da içini acıtıyor. 
“Volkan tanrılarının oluşturduğu, yağmur ve rüzgâr tanrılarının biçimlendirdiği Kapadokya’dayız…” cümlesi yazarın ne denli güçlü bir betimleme ustası olduğunu gösteriyor. Onun cümleleriyle detektiflik değil ama keyifli bir geziye çıkabilirsiniz kendi imgeleminizde. Çok da iyi olur. Bin tanrılı kent’ten barışın her türlüsünü simgeleyen Troya’ya, güzelliklerin insanın içini açtığı İda’dan açıklardaki derin laciverdi turkuvaza dönüşen Arşipel’e, “Bona Fortuna” , Allianoi’a, “Agathe Tykhe”, 2000 yıllık kitap koleksiyoncusuna! Tam Karadeniz’den bir yer yok mu diye geçirdiğimde Bartın ve Amasra ile Safranbolu çıktı karşıma… Konya, Mersin, Burdur, Antalya Urfa, Adıyaman da detektifin büyütecinden kurtulmuyor. Gözümüz Van’ı, Kars’ı arıyor: Akhtamar ile Ani’yi… bir de Sümela’yı tabii. 
Bir dilekle bitirmeme izni olur mu sevgili Faruk Şüyün’ün? Hatay’ı değil, ama Daphne’nin öyküsüyle Antakya’yı yazsa, hani şu ilk kilisenin, ilk sokak aydınlatmasının yapıldığı, o güzel kenti; iyi olmaz mı? 

Darısı diğer güzelliklerin başına. 











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder